Slavoj Zizek Türkiye Sahaya İnİyor

Slavoj Zizek Türkiye, 21. yüzyılın en önemli filozoflarından, belki de en büyüğü olan, Slavoj Zizek'i Türkiye'ye tanıtmak amacıyla bir Twitter hesabı ve blog kuruldu.

Zizek ve Badiou Türkiye'ye geliyor

Dünyanın kendinden en çok söz ettiren filozoflarından Slavoj Zizek ve Alain Badiou, MonoKL'nin düzenlediği konferans için Ekim ayında İstanbul'a geliyor.

30 Haziran 2013 Pazar

Slavoj Zizek Gezi'yi yazdı: "Cennette Sıkıntı"

Türkiye için “Protestocular serbest-pazar köktenciliğiyle ve köktendinciliğin birbirini dışlamadığını sezmekteler” diyen düşünür Zizek, Yunanistan ile aramızdaki tarihsel düşmanlığı bir yana bırakıp dayarnışma zeminleri aramamız gerektiğini savunuyor. ‘Cennette Sıkıntı’ başlıklı makale şöyle:
Marx ilk dönem yazılarında Alman sorununu anlatırken özgül sorunlara yegane yanıtın evrensel bir çözüm, küresel bir devrim olduğunu açıklar. Bu reformist ve devrimci bir dönem arasındaki farkın özlü bir ifadesidir. Reformist bir dönemde, küresel devrim bir hayaldir. Sadece şeyleri yerelde değiştirme çabalarına güç verir; devrimci bir dönemdeyse, hiçbir şeyin radikal küresel değişim olmadan iyileşmeyeceği açık hale gelir. Bu tümüyle biçimsel anlamda 1990 devrimci bir yıldır: Komünist devletlerin kısmi reformlarının yetersiz olduğu ve insanlar için yeterli besinin sağlanması gibi gibi günlük sorunları çözmek için toptan bir kırılmanın gerekli olduğu ortaya çıkar.
'BELKİ DE BİZİM CENNET KAVRAMIMIZDA YANLIŞLIK VAR'

İki durum arasındaki farkla ilgili bugün kendimizi nerede konumlandırıyoruz? Son yıllardaki sorunlar ve protestolar yaklaşan küresel bir krizin işaretleri midir, yoksa yerel müdahaleler yoluyla aşılabilecek küçük engeller mi? Burada dikkat edilmesi gereken şey, sosyal patlamaların sadece ve öncelikle sistemin en zayıf noktalarında yer alıyor olması değil, başarı öyküleri olarak algılanan yerlerde de gerçekleşmesidir. Yunanistan ya da İspanya’da neden protestoların yapıldığını biliyoruz, ama Türkiye, İsveç ve Brezilya gibi zengin ya da hızla gelişmekte olan ülkelerde sorun nerede? 1979 İran devrimini “cennette sıkıntı”nın orijinal örneği olarak görebilirsiniz. İran, Batı yanlısı modernleşmede hızla yol alan bir ülke ve bölgede Batı'nın sadık müttefikiydi. Belki de bizim cennet kavramımızda yanlışlık var.

Protesto dalgasından önce Türkiye pek modaydı: Avrupa için ideolojik batağa ve ekonomik öz-yıkıma saplanmış Yunanistan’a nazaran canlı bir liberal ekonomi ile Avrupa’ya uygun makul İslamcılığı birleştirmiş bir devlet modeliydi. Tabii ki, Kürtlerin çözümlenmemiş statüsü; Osmanlı İmparatorluğu geleneğinin diriltilmesi anlamına gelen genişleme çağrıları; zaman zaman dini yasaların empoze edilmesi; gazetecilerin tutuklanması ve Ermeni soykırımının inkarı gibi orada burada uğursuz işaretler de vardı ancak bunlar büyük resmi bozmasına izin verilmeyen küçük lekeler olarak göz ardı edilmekteydi.

Sonra Taksim protestoları patlayıverdi. Konunun İstanbul’un orta yerinde meydana bakan parkın bir alışveriş merkezine dönüşmesini protesto etmekten ibaret olmadığının, çok daha derin bir huzursuzluğun güçlendiğinin herkes farkında. Aynı olgu Brezilya'da bu ay ortasında gerçekleşen protestolar için de geçerliydi: Olayı, kamu ulaşımındaki küçük bir zam tetiklemiş olabilir ama protestolar zamlı tarifeler geri çekildiği halde devam etti. En azından medyaya göre ekonomik bir patlama yaşayan ve geleceğinden gayet emin olan bir ülkeyi sarıverdi. Görünürde de bundan sevinç duyduğunu açıklayan cumhurbaşkanı Dilma Rousseff’in desteğini aldı.
'RESMİ KARMAŞIKLAŞTIRAN, PROTESTOCULARIN ANTİ-KAPİTALİST GÜDÜMÜDÜR'

Türkiye protestolarını sessiz bir Müslüman çoğunluk tarafından desteklenen otoriter bir İslamcı rejime karşı seküler bir sivil toplum hareketi olarak görmüyor olmamız çok önemlidir. Bu resmi karmaşıklaştıran, protestocuların anti-kapitalist güdümüdür: Protestocular serbest-pazar köktenciliğiyle ve köktendinciliğin birbirini dışlamadığını sezmekteler. Kamusal mekanın İslamcı bir hükümet tarafından özelleştirilmesi bu iki köktencilik biçiminin el ele çalışabildiğini gösteriyor: Bu, demokrasi ile kapitalizm arasındaki “ebedi” evliliğin boşanmaya doğru gittiğine dair açık bir işaret.

Protestocuların tanımlanabilir herhangi bir 'gerçek' hedef peşinde olmadıklarını kabul etmek de önemlidir. Protestolar, 'gerçekten’ küresel kapitalizme karşı, 'gerçekten’ köktendinciliğe karşı, 'gerçekten’ sivil özgürlükler ve 'gerçekten' demokrasi için değil. 'Gerçekten' sadece belirli bir konu uğruna değil. Protestolara katılanların çoğunluğu, çeşitli özel talepleri ayakta tutan ve birleştiren akışkan bir huzursuzluk ve hoşnutsuzluğun farkındalar. Bu protestoları anlamaya çalışmak sadece epistemolojik (bilgiye dair) değil, gazeteciler ve teorisyenler durumun hakiki içeriğini açıklamaya gayret ediyorlar; aynı zamanda da meselenin kendisi üzerine ontolojik (varlığa dair) bir mücadele ki bu da protestoların kendinde yer almakta. Bu yozlaşmış bir kent idaresine karşı bir mücadele midir? Kamusal mekanın özelleştirilmesine karşı bir mücadele midir? Otoriter İslamcılığa mı karşıdır? Bunlar cevabı bilinmeyen sorular ve nasıl yanıtlanacağı siyasi sürecin sonuçlarına bağlıdır.
2011’de Avrupa ve Orta Doğu’da protestolar patlak verdiğinde, birçokları bunları tek bir küresel hareketin parçası olarak görmemek gerektiği konusunda ısrarcıydı. Her birinin kendine özgü bir duruma tepki olduğu söyleniyordu. Mısır’da göstericiler diğer ülkelerde Occupy hareketine katılanların karşı çıktığı şeyleri, ‘özgürlük’ve ‘demokrasi’yi istiyordu. Hatta Müslüman ülkelerde bile çok önemli farklılıklar vardı: Mısır’daki Arap Baharı yozlaşmış otoriter Batı yanlısı bir rejime karşıydı, İran’da 2009’da başlayan Yeşil Hareket otoriter İslamcılığa karşıydı. Protestoların bu şekilde ayrıntılarına inmenin statüko savunucularının işine geldiğini görmek kolay: Ortada küresel düzene karşı bir tehdit bulunmamakta, sadece birbirinden ayrı bir dizi yerel problem yaşanmaktadır.

'PROTESTOLARIN HİÇBİRİ TEK BİR KONUYA İNDİRGENEMEZ'

Küresel kapitalizm farklı ülkeleri farklı şekillerde etkileyen karmaşık bir süreçtir. Tüm çeşitliliklerine rağmen tüm protestoları birleştiren kapitalist küreselleşmenin farklı yönlerine karşı tepkileridir. Günümüz küresel kapitalizminin genel eğilimi, pazarı daha da genişletmek, kamusal mekanı çevreleyip kapatmaya yeltenmek, sağlık, eğitim, kültür gibi kamu hizmetlerinden kısmak ve giderek otoriterleşen bir siyasal iktidar sürdürmektir. Yunanlıların uluslararası finansal kapital ve temel sosyal hizmetleri sağlayamayan kendi bozuk ve verimsiz devlet yönetimine karşı protestoları bu nedendendir. Türkiyelilerin kamusal mekanın ticarileştirilmesini ve otoriter dinciliği protesto ediyor olmaları da bu bağlamda anlaşılmalıdır; Mısırlıların Batılı güçler tarafından desteklenen bir rejimi; İranlıların çürümüşlüğü ve köktendinciliği protesto etmeleri bundandır. Tüm bu protestoların hiçbiri tek bir konuya indirgenemez. Tümü, en azından iki sorunun belirli bir kombinasyonuyla uğraşıyor. Biri çürümüşlükten kapitalizmin verimsizliğine kadar ekonomik, ötekisi ise demokrasi taleplerinden konvansiyonel çok partili demokrasinin alaşağı edilmesine kadar politiko-ideolojik. Aynı durum Occupy hareketi için de geçerlidir. Hareketin, çok sesli ve çoklukla kafası karışık bildirilerinin ardında iki temel özelliği vardı. Birincisi sadece kendine özgü yerel yolsuzluklarla değil ile düzen olarak kapitalizm ile ilgili hoşnutsuzluk, diğeri ise çok partili temsili demokrasinin kurumsallaşmış biçimiyle kapitalist aşırılık ile mücadele için donanımlı olmadığı ve yeniden icat edilmesi gerektiğidir.

Protestoların altında yatan nedenin küresel kapitalizm oluşu, tek cevabın bunu devirmekten geçtiği anlamına gelmiyor. Kişisel sorunlarla uğraşmak ve radikal bir dönüşümü beklemek anlamına gelen pragmatik bir alternatifin peşinden gitmek de pek geçerli olmaz. Bu seçenekler küresel kapitalizmin muhakkak tutarsız olması gerektiği gerçeğini göz ardı ediyor: Piyasa serbestliği Amerika’nın kendi çiftçilerine verdiği destekle, demokrasi hakkında vaaz ermek Suudi Arabistan’a destek vermekle bir arada duruyor. Bu tutarsızlık siyasi bir müdahale alanı açmakta: küresel kapitalist düzen kendi kurallarını çiğnemeye zorlandığı noktada, kurallara sadık kalmasını ısrar etme fırsatı doğuyor. Düzenin tutarlı olmaya gücü yetmediği, stratejik olarak seçilmiş durumlarda tutarlılık talep etmek, bütün düzene baskı oluşturmak anlamına gelir. Politika sanatı da, gerçekçi olup baskın ideolojiyi hedef almaktan ve kökten değişime işaret etmekten geçer. Bu talepler, yapılabilir ve meşru olsa da fiilen mümkün değildir. Obama’nın sağlık reformu önerisi de benzer bir vaka olduğu için, verilen tepkiler çok sert olmuştu.
'SORUN, ÇOK DAHA FAZLASININ NASIL TARİF EDİLECEĞİDİR'

Siyasi bir hareket bir fikirle, uğrunda çaba harcanacak bir şeyle başlar, ama zaman içinde ön fikir derin bir dönüşüme uğrar. Bu sadece taktiksel uyarlama değil temel bir yeniden tanımlanmadır çünkü fikrin kendisi sürecin parçası haline gelerek süreç tarafından belirlenir. Bir başkaldırı bir yasanın iptali için talebiyle, bir adalet çağrısıyla başlayabilir. İnsanlar konuyla daha derinden meşgul olmaya başladıklarında hakiki adalet için ilk taleplerinden çok daha fazlasının gerekli olacağının farkına varırlar. Sorun tam da, 'çok daha fazlasının’ nasıl tarif edilebileceğidir. Liberal-pragmatik bakış sorunların birer birer, yavaş yavaş bir çözülebileceğini ifade eder: 'İnsanlar Ruanda'da ölürken, anti-emperyalist mücadeleyi bir kenara bırakın ve katliamı engelleyin'; veya ‘küresel kapitalist düzenin 'çöküşünü beklemek yerine hemen burada ve şimdi, yoksulluk ve ırkçılık mücadele etmek zorundayız’. Tanrının Ölümünden Sonra’da John Caputo (2007) bunu savunur.

Amerika’daki sol görüşlü siyasetçiler genel sağlık sigortasını temin ederek mevcut düzeni ıslah etseler, Vergi İdaresi yasasını yeniden gözden geçirip adil gelir dağılımını etkin bir şekilde sağlasalar, seçim kampanyalarına finansal düzenlemeler getirseler, tüm seçmenlere politik haklarını tanıtsalar, göçmen işçilere insanca davransalar ve Amerikan’nın nüfuzunu uluslararası topluluklarla bütünleştirerek çok taraflı bir dış politika yürütselerdi, vs., yani kapitalizme ciddi ve geniş kapsamlı şekilde müdahale edebilselerdi çok memnun olurdum. Bütün bunları yaptıktan sonra, Badiou and Zizek hala Kapitalizm denen Canavar’ın bizi taciz ettiği hakkında şikayet ederse, ben o Canavar’ın yüzüne esnerdim.

Buradaki sorun Caputo’nun vardığı sonuç değil: tüm bu konuları kapitalizmin içinde çözebilsek neden kapitalizme kalmayalım ki? Sorun, mevcut haliyle küresel kapitalizmin içinde tüm bunları elde etmenin mümkün olduğu öncülü. Ya kapitalizmin Caputo tarafından listelenen aksaklıkları koşullara bağlı tedirginlikler değil de yapısal ihtiyaçlar ise? Ya Caputo’nun rüyası evrensel kapitalist düzenin, ‘bastırılmış hakikat’ın kendini belirginleştirdiği kritik anlardan ari, belirtiler göstermeyen bir rüya ise?
Günümüz protestoları ve isyanları, birbiriyle örtüşen istekler tarafından sürdürülebilemektedir ve bu, güçlerinin nereden geldiğini gösterir: otoriter rejimlere karşı (‘normal’, parlamenter) demokrasi için savaşırlar; özellikle de mülteci ve göçmenlere karşı ırkçılık ve cinsel ayrımcılık; siyasette ve iş dünyasında (çevrenin endüstri tarafından kirletilmesi vs.); neoliberalizme karşı sosyal devlet; ve çoklu parti ritüellerinin ötesine geçen demokrasi biçimleri mücadale ettikleri alanlar arasındadır. Aynı zamanda küresel kapitalist düzeni olduğu gibi sorgular ve kapitalizmin ötesinde bir topluluk fikrini yaşatmayı denerler. Burada iki tane tuzaktan kaçınmak gerekir: Sahte radikalizm (‘önemli olan liberal-parlamenter kapitalizmin kaldırılmasıdır, bütün diğer kavgalar ikincildir’) ve sahte yavaş değişim (‘şu anda asker diktatörlüğüne karşı, temel demokrasi için savaşmalıyız, bütün sosyalizm rüyaları şimdilik bir kenara konmalı’). Burada, birincil ve ikincil antagonizmalar arasındaki sonunda en değerli olanla onlara şimdilik egemen olanı ayıran Maoist farklılığı hatırlamakta bir sakınca yok. Ana antagonizmada ısrar etmenin mücadeledeki önemli bir darbe fırsatını kaçırmak demek olduğu durumlar olabilir.

'SOSYAL VE EKONOMİK HAYAT DA DEMOKRATİKLEŞMEK ZORUNDADIR'

Sadece aşırı belirlenmenin (overdetermination) karmaşıklığını adamakıllı dikkate alan bir siyasete strateji denebilir. Özgül bir mücadeleye dahil olduğumuz vakit kilit soru şudur: buna dahil olmamız ya da bundan geri çekilmemiz diğer mücadeleleri nasıl etkileyecek? Genel kural olarak, yarı demokratik, baskıcı bir rejime karşı isyan başladığında -2011’de Orta Doğu’da olduğu gibi- geniş kitleleri demokrasi için, yozlaşmaya karşı,vb. sloganlarla harekete geçirmek mümkündür. Bu başkaldırı başta koyduğu hedefine ulaştığında, bizi gerçekten rahatsız eden şeyin (yitirilen özgürlüklerimiz, küçük düşürülmemiz, yozlaşma, zayıflayan gelecek beklentileri) yeni bir biçimde devam ettiğini fark ederiz; böylelikle hedefteki eksikliği kabul etmek zorunda kalırız. Bu, demokrasinin kendisinin özgürlüğe karşı bir yapı olduğunu veya sadece politik demokrasiden daha fazlasını talep etmemiz gerektiği anlamına gelebilir: sosyal ve ekonomik hayat da demokratikleşmek zorundadır. Kısacası, başlarda demokratik özgürlük diye tanımlanan yüce ilkenin uygulanmasında olduğunu farz ettiğimiz sorun, aslında bu ilkenin özündeki başarısızlıktır. Uğruna savaştığımız ilkenin özündeki başarısızlığı fark etmemiz ise siyasi eğitim için önemli bir adıma işaret ediyor.

Egemen ideolojinin temsilcileri bu radikal sonuca varmamamız için bütün cephanelerini kullanırlar. Demokratik özgürlüğün bize farklı sorumluluklar getirdiğini, bir bedeli olduğunu, ve demokrasiden yüksek beklentilerin toyluk olduğunu söylerler. Özgür bir toplumda, söylediklerine göre, kapitalist bir şekilde davranarak kendi hayatımıza yatırım yapmalıyız: eğer gerekli fedakarlıkları yapmazsak ya da herhangi bir şekilde bir eksikliğimiz olursa, kendimiz dışında kimseyi suçlayamayız. Siyasi olarak daha direk bir şekilde ifade etmek gerekirse, ABD’nin popüler isyanları yeniden kanalize ederek kabul edilebilir parlamenter-kapitalist biçimlere dönüştürerek dışişleri politikasında istikrarlı bir şekilde hasar kontrolü stratejisini uygulamaktadır: Güney Afrika’da apartheidden sonra, Marcos devrildikten sonra Filipinler’de, Suharto’dan sonra Endonezya’da vb. Burası tam anlamıyla politikanın başladığı yerdir: asıl soru, değişimin ilk, heyecan verici dalgası bittiğinde nasıl itilebileceği, ‘totaliter’ cazibeye kapılmadan bir sonraki adımın nasıl atılabileceği, Mandela’nın ötesine geçip Mugabe olmadan nasıl hareket edilebileceğidir.

Bu somut bir durumda ne anlama gelir? İki komşu ülkeyi, Yunanistan ve Türkiye karşılaştıralım. İlk bakışta, tamamen farklı görünmekteler: Yunanistan çok yıpratıcı bir kemer sıkma yıkıcı siyaset içinde sıkışmış haldeyken Türkiye yeni bir bölgesel süper güç olarak ortaya çıkmaktadır. Ancak ya her Türkiye her kendi Yunanistan’ı üretir ve içerirse, yani kendi sefalet adalarını içerirse? Brecht’in Hollywood'un Ağıtlarında yazdığı gibi,

Hollywood'un köyü buradaki insanların cennet anlayışına 
göre planlandı. Buralardakiler 
Tanrının bir cennet ve bir cehennem isterken, 
iki mekan tesis etmelerine lüzum olmadığına 
ve sadece bir tanesinin yettiğine karar kıldılar, o da cennetti, 
müreffeh ve başarılı olmayanlar için 
cehennem olan. 


Brecht’in şiiri günümüzün “küresel köyü”nü iyi ifade ediyor. Katar ya da Dubai’nin zenginlerin oyun alanı olması göçmen işçilerin neredeyse kölelik koşullarında çalışmalarından geçer. Yunanistan ve Türkiye’ye daha yakından bakarsak, özelleştirme, kamusal mekanın çevrilmesi, soysal hizmetlerin kısılması ve otoriter siyasetin yükselmesi benzeşir. Yunan ve Türkiye’li protestocular temel bir noktada aynı mücadele içindedirler. Doğru istikamet bu iki mücadeleyi koordine etmek, 'vatansever' hislerle ayartılmayı baştan reddetmek ve her iki ülkenin tarihsel düşmanlığını geride bırakarak dayanışma zeminleri aramalarıdır. Protestoların geleceği buna bağlı olabilir.
Kaynak: Radikal

29 Haziran 2013 Cumartesi

Trouble In Paradise

In his early writings, Marx described the German situation as one in which the only answer to particular problems was the universal solution: global revolution. This is a succinct expression of the difference between a reformist and a revolutionary period: in a reformist period, global revolution remains a dream which, if it does anything, merely lends weight to attempts to change things locally; in a revolutionary period, it becomes clear that nothing will improve without radical global change. In this purely formal sense, 1990 was a revolutionary year: it was plain that partial reforms of the Communist states would not do the job and that a total break was needed to resolve even such everyday problems as making sure there was enough for people to eat.
Where do we stand today with respect to this difference? Are the problems and protests of the last few years signs of an approaching global crisis, or are they just minor obstacles that can be dealt with by means of local interventions? The most remarkable thing about the eruptions is that they are taking place not only, or even primarily, at the weak points in the system, but in places which were until now perceived as success stories. We know why people are protesting in Greece or Spain; but why is there trouble in such prosperous or fast-developing countries as Turkey, Sweden or Brazil? With hindsight, we might see the Khomeini revolution of 1979 as the original ‘trouble in paradise’, given that it happened in a country that was on the fast-track of pro-Western modernisation, and the West’s staunchest ally in the region. Maybe there’s something wrong with our notion of paradise.
Before the current wave of protests, Turkey was the very model of a state able to combine a thriving liberal economy with moderate Islamism, fit for Europe, a welcome contrast to the more ‘European’ Greece, caught in an ideological quagmire and bent on economic self-destruction. True, there were ominous signs here and there (Turkey’s denial of the Armenian holocaust; the arrests of journalists; the unresolved status of the Kurds; calls for a greater Turkey which would resuscitate the tradition of the Ottoman Empire; the occasional imposition of religious laws), but these were dismissed as small stains that should not be allowed to taint the overall picture.
Then the Taksim Square protests exploded. Everyone knows that the planned transformation of a park that borders on Taksim Square in central Istanbul into a shopping centre was not what the protests were ‘really about’, and that a much deeper unease was gaining strength. The same was true of the protests in Brazil in mid-June: what triggered those was a small rise in the cost of public transport, but they went on even after the measure was revoked. Here too the protests had exploded in a country which – according to the media, at least – was enjoying an economic boom and had every reason to feel confident about the future. In this case the protests were apparently supported by the president, Dilma Rousseff, who declared herself delighted by them.
It is crucial that we don’t see the Turkish protests merely as a secular civil society rising up against an authoritarian Islamist regime supported by a silent Muslim majority. What complicates the picture is the protests’ anti-capitalist thrust: protesters intuitively sense that free-market fundamentalism and fundamentalist Islam are not mutually exclusive. The privatisation of public space by an Islamist government shows that the two forms of fundamentalism can work hand in hand: it’s a clear sign that the ‘eternal’ marriage between democracy and capitalism is nearing divorce.
It is also important to recognise that the protesters aren’t pursuing any identifiable ‘real’ goal. The protests are not ‘really’ against global capitalism, ‘really’ against religious fundamentalism, ‘really’ for civil freedoms and democracy, or ‘really’ about any one thing in particular. What the majority of those who have participated in the protests are aware of is a fluid feeling of unease and discontent that sustains and unites various specific demands. The struggle to understand the protests is not just an epistemological one, with journalists and theorists trying to explain their true content; it is also an ontological struggle over the thing itself, which is taking place within the protests themselves. Is this just a struggle against corrupt city administration? Is it a struggle against authoritarian Islamist rule? Is it a struggle against the privatisation of public space? The question is open, and how it is answered will depend on the result of an ongoing political process.
In 2011, when protests were erupting across Europe and the Middle East, many insisted that they shouldn’t be treated as instances of a single global movement. Instead, they argued, each was a response to a specific situation. In Egypt, the protesters wanted what in other countries the Occupy movement was protesting against: ‘freedom’ and ‘democracy’. Even among Muslim countries, there were crucial differences: the Arab Spring in Egypt was a protest against a corrupt authoritarian pro-Western regime; the Green Revolution in Iran that began in 2009 was against authoritarian Islamism. It is easy to see how such a particularisation of protest appeals to defenders of the status quo: there is no threat against the global order as such, just a series of separate local problems.
Global capitalism is a complex process which affects different countries in different ways. What unites the protests, for all their multifariousness, is that they are all reactions against different facets of capitalist globalisation. The general tendency of today’s global capitalism is towards further expansion of the market, creeping enclosure of public space, reduction of public services (healthcare, education, culture), and increasingly authoritarian political power. It is in this context that Greeks are protesting against the rule of international financial capital and their own corrupt and inefficient state, which is less and less able to provide basic social services. It is in this context too that Turks are protesting against the commercialisation of public space and against religious authoritarianism; that Egyptians are protesting against a regime supported by the Western powers; that Iranians are protesting against corruption and religious fundamentalism, and so on. None of these protests can be reduced to a single issue. They all deal with a specific combination of at least two issues, one economic (from corruption to inefficiency to capitalism itself), the other politico-ideological (from the demand for democracy to the demand that conventional multi-party democracy be overthrown). The same holds for the Occupy movement. Beneath the profusion of (often confused) statements, the movement had two basic features: first, discontent with capitalism as a system, not just with its particular local corruptions; second, an awareness that the institutionalised form of representative multi-party democracy is not equipped to fight capitalist excess, i.e. democracy has to be reinvented.
Just because the underlying cause of the protests is global capitalism, that doesn’t mean the only solution is directly to overthrow it. Nor is it viable to pursue the pragmatic alternative, which is to deal with individual problems and wait for a radical transformation. That ignores the fact that global capitalism is necessarily inconsistent: market freedom goes hand in hand with US support for its own farmers; preaching democracy goes hand in hand with supporting Saudi Arabia. This inconsistency opens up a space for political intervention: wherever the global capitalist system is forced to violate its own rules, there is an opportunity to insist that it follow those rules. To demand consistency at strategically selected points where the system cannot afford to be consistent is to put pressure on the entire system. The art of politics lies in making particular demands which, while thoroughly realistic, strike at the core of hegemonic ideology and imply much more radical change. Such demands, while feasible and legitimate, are de facto impossible. Obama’s proposal for universal healthcare was such a case, which is why reactions to it were so violent.
A political movement begins with an idea, something to strive for, but in time the idea undergoes a profound transformation – not just a tactical accommodation, but an essential redefinition – because the idea itself becomes part of the process: it becomes overdetermined. Say a revolt starts with a demand for justice, perhaps in the form of a call for a particular law to be repealed. Once people get deeply engaged in it, they become aware that much more than meeting their initial demand would be needed to bring about true justice. The problem is to define what, precisely, the ‘much more’ consists in. The liberal-pragmatic view is that problems can be solved gradually, one by one: ‘People are dying now in Rwanda, so forget about anti-imperialist struggle, let’s just prevent the slaughter’; or ‘We have to fight poverty and racism here and now, not wait for the collapse of the global capitalist order.’ John Caputo argued along these lines in After the Death of God (2007):
I would be perfectly happy if the far-left politicians in the United States were able to reform the system by providing universal healthcare, effectively redistributing wealth more equitably with a revised IRS code, effectively restricting campaign financing, enfranchising all voters, treating migrant workers humanely, and effecting a multilateral foreign policy that would integrate American power within the international community etc, i.e. intervene upon capitalism by means of serious and far-reaching reforms … If after doing all that Badiou and Žižek complained that some Monster called Capitalism still stalks us, I would be inclined to greet that Monster with a yawn.
The problem here is not Caputo’s conclusion: if one could achieve all that within capitalism, why not stay there? The problem is the underlying premise that it’s possible to achieve all that within global capitalism in its present form. What if the malfunctionings of capitalism listed by Caputo aren’t merely contingent perturbations but structural necessities? What if Caputo’s dream is a dream of a universal capitalist order without its symptoms, without the critical points at which its ‘repressed truth’ shows itself?
*
Today’s protests and revolts are sustained by the combination of overlapping demands, and this accounts for their strength: they fight for ‘normal’, parliamentary democracy against authoritarian regimes; against racism and sexism, especially when directed at immigrants and refugees; against corruption in politics and business (industrial pollution of the environment etc); for the welfare state against neoliberalism; and for new forms of democracy that reach beyond multi-party rituals. They also question the global capitalist system as such and try to keep alive the idea of a society beyond capitalism. Two traps are to be avoided here: false radicalism (‘what really matters is the abolition of liberal-parliamentary capitalism, all other fights are secondary’), but also false gradualism (‘right now we should fight against military dictatorship and for basic democracy, all dreams of socialism should be put aside for now’). Here there is no shame in recalling the Maoist distinction between principal and secondary antagonisms, between those that matter most in the end and those that dominate now. There are situations in which to insist on the principal antagonism means to miss the opportunity to strike a significant blow in the struggle.
Only a politics that fully takes into account the complexity of overdetermination deserves to be called a strategy. When we join a specific struggle, the key question is: how will our engagement in it or disengagement from it affect other struggles? The general rule is that when a revolt against an oppressive half-democratic regime begins, as with the Middle East in 2011, it is easy to mobilise large crowds with slogans – for democracy, against corruption etc. But we are soon faced with more difficult choices. When the revolt succeeds in its initial goal, we come to realise that what is really bothering us (our lack of freedom, our humiliation, corruption, poor prospects) persists in a new guise, so that we are forced to recognise that there was a flaw in the goal itself. This may mean coming to see that democracy can itself be a form of un-freedom, or that we must demand more than merely political democracy: social and economic life must be democratised too. In short, what we first took as a failure fully to apply a noble principle (democratic freedom) is in fact a failure inherent in the principle itself. This realisation – that failure may be inherent in the principle we’re fighting for – is a big step in a political education.
Representatives of the ruling ideology roll out their entire arsenal to prevent us from reaching this radical conclusion. They tell us that democratic freedom brings its own responsibilities, that it comes at a price, that it is immature to expect too much from democracy. In a free society, they say, we must behave as capitalists investing in our own lives: if we fail to make the necessary sacrifices, or if we come up short in any way, we have no one to blame but ourselves. In a more directly political sense, the US has consistently pursued a strategy of damage control in its foreign policy by re-channelling popular uprisings into acceptable parliamentary-capitalist forms: in South Africa after apartheid, in the Philippines after the fall of Marcos, in Indonesia after Suharto etc. This is where politics proper begins: the question is how to push further once the first, exciting wave of change is over, how to take the next step without succumbing to the ‘totalitarian’ temptation, how to move beyond Mandela without becoming Mugabe.
What would this mean in a concrete case? Let’s compare two neighbouring countries, Greece and Turkey. At first glance, they may seem to be entirely different: Greece is trapped in the ruinous politics of austerity, while Turkey is enjoying an economic boom and emerging as a new regional superpower. But what if each Turkey generates and contains its own Greece, its own islands of misery? As Brecht put it in ‘Hollywood Elegies’:
The village of Hollywood was planned according to the notion
People in these parts have of heaven. In these parts
They have come to the conclusion that God
Requiring a heaven and a hell, didn’t need to
Plan two establishments but
Just the one: heaven. It
Serves the unprosperous, unsuccessful
As hell.
This describes today’s ‘global village’ rather well: just apply it to Qatar or Dubai, playgrounds of the rich that are dependent on conditions of near slavery for immigrant workers. A closer look reveals underlying similarities between Turkey and Greece: privatisation, the enclosure of public space, the dismantling of social services, the rise of authoritarian politics. At an elementary level, Greek and Turkish protesters are engaged in the same struggle. The true path would be to co-ordinate the two struggles, to reject ‘patriotic’ temptations, to leave behind the two countries’ historical enmity and to seek grounds for solidarity. The future of the protests may depend on it.

Paylaş

Twitter Delicious Facebook Digg Stumbleupon Favorites More