Slavoj Zizek Türkiye Sahaya İnİyor

Slavoj Zizek Türkiye, 21. yüzyılın en önemli filozoflarından, belki de en büyüğü olan, Slavoj Zizek'i Türkiye'ye tanıtmak amacıyla bir Twitter hesabı ve blog kuruldu.

Zizek ve Badiou Türkiye'ye geliyor

Dünyanın kendinden en çok söz ettiren filozoflarından Slavoj Zizek ve Alain Badiou, MonoKL'nin düzenlediği konferans için Ekim ayında İstanbul'a geliyor.

21 Ocak 2013 Pazartesi

Batı'nın Krizi Finansal Olmaktan Öte Bir Demokrasi Krizi

Düşüşünden önceki son röportajlarından birinde Batılı bir gazeteci Nikolay Çavuşesku’ya seyahat özgürlüğünün anayasa tarafından garanti altına alınmış olmasına rağmen Romanya vatandaşlarının nasıl özgür bir şekilde seyahat edemediğini sormuştu. Çavuşesku’nun cevabı Stalinist bilgiçliğin en iyi geleneklerinden geliyordu: Doğrudur, anayasa seyahat özgürlüğünü garanti altına alır, fakat aynı zamanda güvenli ve müreffeh bir ev hakkını da garanti altına alır. Dolayısıyla bizde de burada potansiyel bir haklar çatışması var: Eğer Roman vatandaşlarının ülkeyi terk etme hakları olsaydı, anayurtlarının refahı tehdit altında olacaktı. Bu çatışmada, bir seçim yapmak gerekiyor ve müreffeh olma hakkında, güvenli anayurt hakkında açık bir öncelik söz konusu…
Görünen o ki bu aynı ruh bugünün Slovenyası’nda hala canlı ve güçlü. Geçen ay anayasa mahkemesi "kötü bir banka" ve egemen bir holding kurmak için yasa referandumu yapılmasının anayasaya aykırı olacağı kararı verdi - konu hakkındaki halkoylamasını yasakladı. Referandum, hükümetin zorlu neoliberal ekonomik politikalarıyla mücadele eden ve teklifi zorunlu hale getirmek için yeterli imzaya sahip olan sendikalar tarafından önerilmişti.
“Kötü bir banka” fikri, bankaları sonrasında devlet parasından (örneğin vergi verenlerin harcamalarından) kurtaran ana bankalardan bütün kredinin transfer edileceği bir yer/alandı; yani ilk alanda bu kötü kredi için sorumlu olanların ciddi taleplerinin önleneceği bir yerdi. Bu önlem, aylarca tartışıldı ve genel olarak kabul görmekten –finans uzmanlarının bile kabulünden- uzaktı. Öyleyse referandum niye yasaklandı? 2011’de, Yunanistan’da George Papandreou’nun hükümeti kemer sıkma önlemleri için bir referandum önerdiğinde, Brüksel’de bir panik oluştur, fakat burada kimsenin doğrudan referandumu yasaklama cesareti yoktu.
Slovenya anayasa mahkemesine göre, referandum “yasal olmayan sonuçlara sebebiyet verebilirdi”. Nasıl? Mahkeme referandum hakkını yasal olarak kabul etti, fakat bunun yürütülmesinin ekonomik bir krizde ayrıcalık tanınan diğer yasal değerleri tehlikeye atacağını öne sürdü: özellikle ekonomik büyüme için koşulların yaratılmasında devlet aygıtının etkin bir şekilde işlemesini, özellikle sosyal güvenlik ve serbest ekonomik teşebbüs için insan haklarının gerçekleştirilmesini tehlikeye atacağını.
Kısaca, referandumun sonuçlarının değerlendirilmesinde, mahkeme basit bir şekilde uluslararası finansal kurumların (ya da beklentilerinin) zorlamalarına uymakta yaşanacak olan bir başarısızlığın siyasal ve ekonomik bir krize sebep olabileceğini, bu yüzden de referandumun yasadışı olduğunu kabul etti. Açık konuşmak gerekirse: Bu zorlamalar ve beklentilerin anayasal düzenin sürdürülmesinin koşulu olmasından bu yana, sermaye sahipleri yasanın (ve eo ipso devlet egemenliğinin) üstünde bir ayrıcalığa sahip. Slovenya küçük bir ülke olabilir, fakat bu karar demokrasinin sınırlandırılmasına doğru bir küresel eğilimin semptomudur. Bugünkü gibi karmaşık bir ekonomik durum fikrinde, halkın çoğunluğu karar vermek için yeterli bir niteliğe sahip değil – taleplerinin yerine getirilmesinde ortaya çıkacak olan felaketin sonuçlarından bihaberler. Tartışmanın bu hattı yeni değil. Bundan birkaç yıl önce bir televizyon konuşmasında sosyolog Ralf Dahrendorf, demokrasi için artan güvensizliği her devrimci değişiklikten sonra yeni bir refaha giden yoldaki "gözyaşı vadisi"yle bağlantılandırır. Sosyalizmin yıkılmasından sonra, kimse başarılı piyasa ekonomisinin bolluğuna doğrudan geçiş yapamaz: sınırlı, fakat gerçek, sosyalist zenginlik ve güvenlik tasfiye edilmelidir ve bu ilk adımlar gerekli ve acılıdır. Aynısı ikinci dünya savaşı sonrası refah devletlerinden acı dolu vazgeçişlerin, daha az güvenliğin, daha az sosyal güvenliğin olduğu yeni küresel ekonomiye kadar Batı Avrupa için de geçerli. Dahrendorf için sorun bu acı dolu geçiş, ortalama seçim sürecinin “gözyaşı vadisi” ile sarmalanmış durumdadır, dolayısıyla kısa vadeli seçim kazanımları zor bir şekilde değişmektedir.
Dahrendorf’a göre buradaki paradigma post-komünist ulusların yeni demokratik düzenin sonuçlarının geniş katmanının hayal kırıklığıdır: 1989’un zafer günlerinde, demokrasi, batılı tüketici toplumların bolluğu ile eş tutulmuştur. Ve 20 yıl sonra, hâlâ eksik olan bollukla birlikte şimdi demokrasinin kendisi suçlanmaktadır.
Maalesef, Dahrendorf günaha karşı daha az odaklanmaktadır: eğer çoğunluk ekonomideki gerekli yapısal değişikliklere karşı duruyorsa, mantıksal sonuçlar böyle olmayacaktır. Peki, böylesi bir durumda demokrasi yerinde durabilir mi?
Bu satırlar boyunca, gazeteci Fareed Zakaria demokrasinin ekonomik olarak gelişmiş ülkelerde nasıl sadece “kavranabileceğine” işaret etmiştir. Eğer gelişmiş ülkeler “zamanından önce demokratikleşmişse”, sonuç, ekonomik felaketin ve siyasal despotizmin bittiği bir popülizmdir – hiç şüphe yok ki bugünün ekonomik olarak oldukça başarılı olan üçüncü dünya ülkeleri (Tayvan, Güney Kore, Şili) otoriter bir rejim dönemi sonrasında demokrasiyi kucaklamıştır. Ve dahası, bu düşünce çizgisi Çin’deki otoriter rejimi açıklayan en iyi argüman olmuyor mu?
Bugün yeni olan şey, 2008’de başlayan finansal kriz ile birlikte, demokrasiye karşı bu aynı güvensizliğin (üçüncü dünyanın kısıtlarının ya da post-komünist gelişmiş ülkelerin) gelişmiş batı içinde alan kazanmasıdır: bundan on yirmi yıl önce ötekilere (üçüncü dünyaya) yönelik destek şimdi bizi ilgilendirmektedir.
En azından krizin halka değil ama ne yaptıklarını bilmeyen uzmanların kendilerine delil sunduğunu söyleyebiliriz. Batı Avrupa’da etkin bir biçimde yönetici elitin büyüyen yetersizliğine tanık oluyoruz – yöneticiler nasıl yöneteceklerini daha az biliyorlar. Avrupa’nın Yunan kriziyle nasıl anlaşmaya vardığına bakın: Yunanistan’a borçlarını ödemesi için baskı yapıldı, fakat aynı zamanda dayatılan kemer sıkma önlemleri yoluyla ekonomi mahvedildi ve böylece Yunanistan’ın borcunu asla ödemeyeceğinden emin olunmuş oldu.
Geçtiğimiz yılın Ekim ayının sonunda, IMF agresif kemer sıkma önlemlerinin daha önceki varsayılanlardan üç kat daha büyük ekonomik zarara yol açtığını gösteren bir araştırma raporu yayınladı, böylece avro bölgesi krizinde kemer sıkmanın sıfırlanması tavsiye edildi. Şimdi ise IMF, Yunanistan'ın ve diğer borç yükü ağır ülkelerin hızla kendi açıklarını azaltması için zorlamanın ters etki yaptığını, ancak yüzbinlerce iş kaybının yanlış hesaplamalar sonucu gerçekleştiğini itiraf etti.
Ve tüm Avrupa’da ”irrasyonel” halk protestolarının doğru mesajı yankılanıyor: protestocular neyi bilmediklerini çok iyi biliyorlar; çok hızlı ve basit cevapları varmış gibi davranmıyorlar; fakat protestocuların doğası onlara yine de doğru konuşuyor – iktidardakiler bunu bilmiyorlar. Avrupa’da bugün, körler ve sağırlar birbirini ağırlıyor.
Çeviren: Can Semercioğlu @cansemercioglu

Paylaş

Twitter Delicious Facebook Digg Stumbleupon Favorites More