Slavoj Zizek Türkiye Sahaya İnİyor

Slavoj Zizek Türkiye, 21. yüzyılın en önemli filozoflarından, belki de en büyüğü olan, Slavoj Zizek'i Türkiye'ye tanıtmak amacıyla bir Twitter hesabı ve blog kuruldu.

Zizek ve Badiou Türkiye'ye geliyor

Dünyanın kendinden en çok söz ettiren filozoflarından Slavoj Zizek ve Alain Badiou, MonoKL'nin düzenlediği konferans için Ekim ayında İstanbul'a geliyor.

1 Ekim 2013 Salı

Pervert's Guide To Ideology (Sapığın İdeoloji Rehberi)


Yönetmenliğini Sophie Fiennes'in yaptığı ve Slavoj Zizek'in anlatıcı olduğu The Pervert's Guide To Ideology (Sapığın İdeoloji Rehberi) belgeseli 2012 yılında İngiltere'de çekildi. 7 Eylül 2012'de Toronto Film Festivali'nde görücüye çıkan belgeselin (en azından internet ortamında yaygınlaşması) yaklaşık bir seneyi buldu. 

Daha önce Fiennes'le beraber 2006 yılında Pervert's Guide To Cinema (Sapığın Sinema Rehberi) ile popüler kültürde Lacancı izleri arayan ve yorumlayan Zizek, bu sefer Pervert's Guide To Ideology'de popüler kültürde ideolojinin izlerinin peşine düşüyor. Zizek, ideolojinin popüler kültürü nasıl oluşturduğu-yönlendirdiği üzerine ağırlıklı şekilde sinema filmleri olmak üzere popüler nesnelerden yola çıkıyor. Zizek'i belgeselde birçok filmin içinde görmek mümkün.

İdeolojinin Gerçek Yüzünü Gösteren Gözlük: Çok Ucuz!

Zizek, belgesel boyunca ideoloji hakkında yorumlar yapıyor ve günümüz ideolojisini tanımlamaya çalışıyor. Daha belgeselin açılışında They Live filmindeki gözlük metaforunu yorumluyor: "Bu gözlükler ideoloji eleştirisi işlevi gören gözlükler. Dediğimiz gibi post-ideolojik toplumda yaşıyoruz. Toplumsal otorite tarafından görevlerini yapan bireyler olarak değil, hazzın nesnesi olarak çağırılıyoruz: 'Gerçek potansiyelinin farkına var', 'Kendin ol', 'Tatmin edici bir hayat sür'... Gözlükleri taktığınız vakit, demokrasinin içinde bulunan diktatörlüğü görürsünüz."

Bunlardan en öne çıkanlara bakalım:
  • "İdeolojinin gerçek yüzünü görmemizi sağlayacak olan bir gözlüğe ihtiyaç var. İdeoloji bizim zihnimizde yanılsamalarla kendini gösterir. Ancak bunu hiçbir zaman için doğrudan yapmaz. Tam tersine yanılsamalar dolaylı olarak karşımıza çıkar.
  • "İdeoloji, bize kendisinin dışında bir alan bırakmaz. İdeoloji-dışındaki her yer de -her ne kadar ideolojiden kurtulunan bir alan olarak görülse de- bir şekilde ideolojiye zorunlu bir giriş sağlar: İdeoloji her yeri kaplamıştır. İdeolojiden kopmaya çalıştığımızda bize türlü "sinik" dayatma ve şiddet uygulanır ve yine ideolojinin içine düşeriz.
  • İdeoloji bize ilginç birliktelikler sunarak ve bunları faşizm, Stalinizm gibi uç örneklerin veya uzlaşmaz görünen zıtlıkların bir aradalığını ön plana koyarak "ideolojinin aslında ideolojik olmadığına" ikna etmeye çalışır: Bin Ladin ile Castro, ırkçı bir beyazla Mao vs. Biz bu göndermelere bir derinlik atfederek vicdanla duygusallaşırız. İdeolojinin aslında ne kadar ideolojinin dışında yer aldığını ve derin olduğunu düşünürüz. Fakat aslında o derinliğin sonu yoktur. Çünkü bizim derinlik dediğimiz şey boşluktan başka bir şey değildir.



Kinder Sürpriz İdeolojisi

Zizek, belgeselin neredeyse tamamında 21. yüzyılın postmodern popüler kültürünün ideolojisini ele alıyor. Aslında sürekli içinde bulunduğumuz ama ne işe yaradığının ya da ne anlama geldiğinin farkında olmadan tükettiğimiz nesnelerin ideolojiyi ne denli içinde barındırıp, onun bir çekirdeği haline geldiğini bize gösteriyor. Ancak durum bu kadar basit de değil. Zizek, "ne anlama geldiğini bilmediğimiz ama tükettiğimiz nesneler"in Marksist ideoloji tanımı (bilmiyorlar, ama yapıyorlar) olduğunu söyler. Ancak 21. yüzyılda ideoloji bu kadar masum değildir. Ona göre, gerçekten nesnelerin ne anlama geldiğini biliriz, buna rağmen tüketirim. Bu da Zizekçi ideoloji tanımını bize verir: "Biliyorlar, ama yine de yapıyorlar".

Zizek, belgeselde tüketim kültürüne karşı birçok insanın karşı olduğunu söylüyor. Örnek olarak yine Starbucks'ı kullanıyor: "Starbucks'tan kahve içeceğiniz zaman onun kahvelerinin pahalı olduğunu biliyorsunuz. İçerken de büyük bir pişmanlık duyuyorsunuz. Çünkü Afrika'da çocuklar açken vs. sizin bir bardak kahveye avuç dolusu para ödemeyi vicdanınıza sığdıramıyorsunuz. Ancak Starbucks çözümü bulmuş durumda: 'Evet, bizim kahvelerimiz diğerlerine göre pahalı. Ama bizden kahve içtiğiniz vakit, ödediğiniz paranın yüzde 1'i Guatemala'daki çocuklara gidiyor.' Yani tüketimin (sembolik kültürünün) kendisi, tüketimi protesto etmeyi de kendi tekeline alıyor." Zizek Coca Cola örneğiyle devam ediyor. Kolanın günümüz ideolojisini anlamak için önemli bir araç olduğunu söylüyor: "Kola içtiğimiz vakit, susarız. Ancak ne kadar ilginçtir ki, Coca Cola'nın (yurtdışındaki) reklam sloganı 'susuzluğunu gider'dir. İşte ideolojinin kendisini yeniden üreten mantığı tam da burada yatmaktadır. Bu sahnenin hemen ilerisinde Zizek'i Kinder Sürpriz yumurta yerken görürüz. Zizek, sürpriz yumurtanın dışının tüketilir bir standart haz nesnesi olduğunu söyler. İçinden çıkan oyuncağın ise başka bir yumurta formunda geldiğini ve bunun "bir yumurta parasına iki yumurta almakla neredeyse eşdeğer" olduğunu söyler. İçinden çıkan oyuncaklı yumurtanın tam da "artı-haz" olduğunu belirtir.

Belgeselde Kullanılan Filmler

Zizek, belgesel boyunca popüler kültür ürünü olan çok sayıda filmi yorumluyor. Ancak yalnızca Amerikan yapımı ultra-popüler Hollywood filmlerini yorumlamıyor. Aynı zamanda "Hollywood'un unutulmuş Sol'u"nun filmlerini yorumluyor. Belgesel They Live'in yorumlanmasıyla başlıyor. Bunun dışında Nazi, Sovyet ve Çin propaganda filmleri de gösteriliyor. 

Filmde kullanılan filmler ise şöyle: Triumph of the Will (1935), The Eternal Jew (1940), Brief Encounter (1945), The Fall of Berlin (1950), The Searchers (1956), West Side Story (1961), The Sound of Music (1965), Loves of a Blonde (1965), Seconds (1966), The Firemen's Ball (1967), If.... (1969), MASH (1970), Zabriskie Point (1970), Cabaret (1972), A Clockwork Orange (1971), Jaws (1975), Taxi Driver (1976), Brazil (1985), Full Metal Jacket (1987), The Last Temptation of Christ (1988), They Live (1988), Titanic (1997), I Am Legend (2007), The Dark Knight (2008).




Filmlerin nasıl yorumlandığını tek tek aktarmayalım. Bırakalım onu Zizek belgesel'de anlatsın.

Protestolar Yeni Bir Geleceğin İşareti, Ama...

Bu filmler dışında 2011 yılında İngiltere'deki protesto eylemlerinin görüntüleri de gösteriliyor. Zizek, belgeselin sonunda ABD'deki Occupy Wall Street eylemlerinin, Tahrir'deki devasa protestoların artık "farklı bir geleceğin mümkün olduğu" fikrini ortaya çıkaracağını söylüyor. Ancak bir de ekliyor: "Elbette farklı bir gelecek var olacak, ancak o geleceğin ne olduğunu bilmiyoruz".

29 Eylül 2013 Pazar

Zizek ve Badiou Türkiye'ye Geliyor

Dünyanın kendinden en çok söz ettiren filozoflarından Slavoj Zizek ve Alain Badiou, Ekim ayında İstanbul'a geliyor. 

Lacancı kültür teorisyeni ve Marksist filozof Slavoj Zizek ile Fransız komünist düşünür Alain Badiou, MonoKL'nin Bakırköy Belediyesi ile ortaklaşa düzenlediği konferans kapsamında 11-12 Ekim tarihlerinde İstanbul'da bir konferans verecek. "Bugün direnmek ne demektir?" ve "Küreselleşme ve yeni sol" temasıyla gerçekleşecek olan konferans Şirinevler'de bulunan Yunus Emre Kültür Merkezi'nde yapılacak.

Saat 16.30'da başlayacak olan konferans herkese açık ve ücretsiz olarak gerçekleştirilecek. Ancak dünyaca ünlü iki filozofun konferans verecek olması sebebiyle yer bulmakta güçlük yaşanılabilir, erken gitmekte fayda var. Ayrıca konferans için, Beşiktaş ve Kadıköy'den gidiş ve dönüş için ücretsiz servisler kaldırılacak.

İletişim

Slavoj Zizek Türkiye'de Zizek'e ait ve onunla ilgili materyaller paylaşılmaktadır. Zizek'in yazılarının Türkçe çevirilerini, video ve belgesel altyazılarını, Türkiye'de Zizek ile ilgili yazıları ya da Zizek ile ilgili her şeyi,

szizektr@gmail.com veya can.semercioglu@gmail.com adresine gönderebilirsiniz.

Twitter'da Slavoj Zizek Türkiye: @ZizekTR

Hashtag: #Zizek

Facebook'ta Slavoj Zizek Türkiye: Slavoj Zizek Türkiye | ZizekTR



ZizekTR


Slavoj Zizek Türkiye, 21. yüzyılın en önemli filozoflarından, belki de en büyüğü olan, Slavoj Zizek'i Türkiye'ye tanıtmak amacıyla bir Twitter hesabı ve blog kuruldu. 

Zizek'i Türkiye'ye tanıtmadaki en büyük gaye, onun karmaşık ve anlaşılmaz akademik ifadelerini belirli bir zümrenin elinde tutmasına karşı bir tavır ortaya koymaktır. Zizek'in düşüncelerinin anlaşılır kılınması ve toplum tabanına inmesi, en azından sosyal bilimde günceli takip etmeye çalışan ya da bu konuda bir şeyler yapma amacını güden bireylerin Zizek'e Türkçe'de erişimini kolaylaştırmak bir ihtyaç olmuştur. 

Bunu bir lobi faaliyeti olarak da görmemek gerekir. Tam tersine Zizek'in görüşlerinin bir pazarlama stratejisi ya da paparazzilik ilgisi kurulmaksızın Türkçe'de "öz"ü ön plana çıkarılarak yaygınlaştırılması esas amaçtır. Diğer yandan da onu eleştirme gerekliliğini vurgulamak.

Zira, bir filozofun "gereğinden fazla" popüler olması, özellikle Türkiye'de insanların büyük tepkisini çekmekte. Bu tepkide "Bir filozof popüler olmaz, yaşarken değeri bilinmez. Ancak öldükten sonra onun fikirleri değerlendirilebilir/tartışılabilir" algısının ön plana çıkması şaşırtıcı değildir. Filozof çıkaramamış ve sosyal bilimler alanındaki düşünceleri ortaya çıkışından onlarca yıl sonra sadece aktarma yoluyla edinebilmiş bir ülkede bu tepkiyi yadırgamamak gerekir. Bunu dönüştürmek mümkün. 

Zizek'i Anlama Mevsimi

Ekşi Sözlük'te bir yazar 1984-1993'ün Zizek'i düşünme, 1994-2003'ün Zizek'e tapma, 2004-2013'ün ise Zizek'e saldırma dönemleri olduğunu yazarak, 2014'le birlikte "Zizek'i anlama" çağına girdiğimizi iddia etmişti. Batı dünyası için gerçekten de durum böyle olabilir. Türkiye'de durum biraz daha farklı. Düşünme, tapma, saldırma evreleri birbirinin içine geçmiş bir şekilde sahnelendi:

Düşünenler ne düşündüklerini beyan etmediler. 
Tapanlar az sayıdaydı ve bu tapma sorgulayıcılıktan uzaktı.
Saldıranlar farklı taraflardan  Zizek'i yerden yere vurdular, düşüncelerinin beş para etmez olduğunu savundular ve onu tam anlamıyla harcamaya çalıştılar.
Anlama evresine ise neredeyse hiç giremediğimizi söylemek mümkün. Eserlerinin neredeyse tamamının Türkçe'ye çevrilmiş olmasına rağmen, ön plana çıkarılan daima magazinsel söylemler oldu. Lady Gaga ile olan ilişki, çift klozetli bir fotoğraf, "yeni-Osmanlıcı Zizek" nidaları... Aslında Zizek'in eleştirdiği tüketim kültüründeki biçim-içerik mefhumunun aynısı kendisine uygulandı. Yazdıklarının, düşündüklerinin özü ortaya konmadan, sadece metaforlarla/şakalarla ve türlü magazinsel anlayışlarla ondan alınan (hem olumlu hem olumsuz anlamda) "haz"zın tüketilmesi Türkiye'nin Zizek serüvenine egemen oldu.

Şimdi ise gerçekten onu "anlamak" (Verstehen) gerekiyor. Anladıktan sonra düşünmeyi, tapmayı ve saldırmayı gerçekten birlikte düşünebiliriz.

Zizek E-Kitapları

Slavoj Zizek'in İngilizce E-Kitapları en kısa sürede bloga yüklenecektir.

@ZizekTR

28 Eylül 2013 Cumartesi

Eserleri


Žižek, Slavoj (1989). The Sublime Object of Ideology (Print) (in English), London: Verso,Türkçe'de İdeolojinin Yüce Nesnesi,2002
Žižek, Slavoj (1990). Ernesto Laclau: Beyond Discourse Analysis (in New Reflections on the Revolution of Our Time) (Print) (in English), London: Verso. / Ernesto Laclau: Diskur Çözümlemesinin Ötesi ( Günümüz Devrimi Üzerine Yeni Yansımalarserisinde)
Žižek, Slavoj (1991). For They Know Not What They Do (Print) (in English), London: Verso. Ne Yaptıklarını Bilmedikleri İçin
Žižek, Slavoj (1991). Looking Awry (Print) (in English), Cambridge, MA: MIT Press. / Yamuk Bakmak
Žižek, Slavoj (1992). Enjoy Your Symptom! (Print) (in English), London: Routledge /Semptomunuzla Eğlenin!
Žižek, Slavoj (1993). Tarrying with the Negative (Print) (in English), Durham, NC: Duke University Press. / Olumsuz ile Beklemek
Žižek, Slavoj (1993). Everything You Always Wanted to Know About Lacan...But Were Afraid to Ask Hitchcock (Print) (in English), London: Verso / Daima Lacan hakkında sormak istediğiniz her şey...Ve Hitchcock'a Sormaya Korktuklarınız
Žižek, Slavoj (1994). The Metastases of Enjoyment (Print) (in English), London: Verso. / Eğlenmenin Metastazı
Žižek, Slavoj (1996). The Indivisible Remainder: Essays on Schelling and Related Matters (Print) (in English), London: Verso./Görünmez Hatırlatıcı: Schelling Hakkında ve İlgili Konularda Denemeler
Žižek, Slavoj (1997). The Abyss of Freedom (Print) (in English), Michigan: University of Michigan Press./ Özgürlüğün Tamusu
Žižek, Slavoj (1997). The Plague of Fantasies (Print) (in English), London: Verso / Fantaziler Tabelası
Žižek, Slavoj (1999). The Ticklish Subject (Print) (in English), London: Verso./ Türkçe'de Gıdıklanan Özne
Žižek, Slavoj; Butler, Judith; Laclau, Ernesto (2000). Contingency, Hegemony, Universality (Print) (in English), London: Verso. /Olumsallık, Hegemonya, Evrensellik
Žižek, Slavoj (2000). The Fragile Absolute (Print) (in English), London: Verso./ Kırılgan Mutlak Türkçe'de Kırılgan Temas
Žižek, Slavoj (2001). Did Somebody Say Totalitarianism? (Print) (in English), London: Verso./ Birisi Totalitercilik mi Dedi?
Žižek, Slavoj (2001). The Fright of Real Tears: Kryzystof Kieślowski Between Theory and Post-Theory (Print) (in English), London: BFI. / Gerçek Yırtılmaların Korkusu: Kryzystof Kieślowski Kuram ve Post Kuram Arasında
Žižek, Slavoj (2001). On Belief (Print) (in English), London: Routledge./ İnanç Hakkında
Žižek, Slavoj (2001). Opera's Second Death (Print) (in English), London: Routledge./Opera'nın İkinci Ölümü
Žižek, Slavoj (2002). Welcome to the Desert of the Real (Print) (in English), London: Verso./Gerçeğin Çölüne Hoşgeldiniz
Žižek, Slavoj (2002). Revolution at the Gates: Žižek on Lenin, the 1917 Writings (Print) (in English), London: Verso. / Kapılarda Devrim: Žižek'ten Lenin, 1917 Yazmaları Hakkında Türkçe'de Lenin Üzerine
Žižek, Slavoj (2003). Organs Without Bodies (Print) (in English), London: Routledge./ Vücutsuz Organlar
Žižek, Slavoj (2003). The Puppet and the Dwarf (Print) (in English), Cambridge, MA: MIT Press./ Kukla ve Cüce
Žižek, Slavoj (2004). Iraq: The Borrowed Kettle (Print) (in English), London: Verso. / Irak: Ödünç Alınan Çaydanlık
Žižek, Slavoj (2005). Interrogating the Real (Print) (in English), Continuum Publishing. /Gerçeği Sorgulamak
Žižek, Slavoj (2006). The Universal Exception (Print) (in English), Continuum Publishing/ Evrensel İstisna
Žižek, Slavoj (2006). Neighbors and Other Monsters (in The Neighbor: Three Inquiries in Political Theology) (Print) (in English), Cambridge, MA: University of Chicago Press./ Komşular ve Diğer Canavarlar ( The Neighbor'da : Politik Teolojide Üç Sorgulama)
Žižek, Slavoj (2006). The Parallax View (Print) (in English), Cambridge, MA: MIT Press. ISBN 0-262-24051-3. / Paralaks Bakış
Žižek, Slavoj (2010). Living In The End Times (Print) (in English), London: Verso. / Türkçe'de Ahir Zamanlarda Yaşarken

Kaynak: Viki

(En kısa sürede orijinal bibliyografya hazırlanacaktır.)

Slavoj Zizek, Biyografi

Slavoj Žižek (Okunuşu: Slavoy Jijek) (d. 21 Mart 1949 Ljubljana, Slovenya) SlovenMarksist sosyolog, filozof ve kültür eleştirmeni.

Ljubljana, Slovenya'da (o tarihte Yugoslavya'nın bir parçasıydı) doğdu. Felsefe doktorasını Ljubljana'da aldı ve Paris Üniversitesi'nde Psikanaliz eğitimi gördü. Batı ülkeleri tarafından saygı görmesinden ötürü sosyalist Yugoslavya'da fazla baskıya maruz kalmadığını belirtmektedir. 1990 yılında Slovenya Cumhuriyeti Başkanlığı için Slovenya Liberal Demokrat Partisi'nin adayıydı.

Žižek popüler kültürün yeniden okunmasında Jacques Lacan'ın çalışmalarını kullanmasıyla ünlüdür. Şu konuları da içeren sayısız konuda yazmaktadır; ideoloji, köktendincilik,hoşgörü, politik doğruluk, küreselleşme, öznellik, insan hakları, Lenin, mit, internet,postmodernizm, çok kültürlülük, post-marksizm, David Lynch ve Alfred Hitchcock. Düşünürün sevdiği ve önerdiği filmler Hero'dan Korkunç Ivan'a kadar çeşitlilik göstermektedir. Çağdaş felsefenin görmezden gelinemeyecek önemli bir ismidir.

Hayatı

Žižek Sosyoloji Enstitüsü, Ljubljana Üniversitesi, Slovenya'da uzman araştırmacı olarak görev yapmaktadır. Aynı zamanda, burada sıralanan üniversitelerin yanı sıra başka üniversitelerde de misafir profesör olarak ders vermektedir: The University of Chicago, Columbia, London Consortium, Princeton, The New School, The European Graduate School, The University of Minnesota, The University of California, Irvine and The University of Michigan. Bugünlerde Birkbeck Institute for the Humanities Birkbeck, Londra Universitesi'nde uluslararası yönetici olarak çalışmaktadır.

Žižek 2004 yılında 26 yaşındaki Arjantinli model Analia Hounie ile ikinci evliliğini yaptı, daha önce Renata Salecl ile evliydi.

Žižek mesleğinin başlangıcında 1970'lerin Yugoslavya'sının politik ortamında engellendi. 1975'te master tezinin siyasi açıdan şüpheli görülmesinden sonra Ljubljana Üniversitesi'nde bir yer sahibi olması önlendi. Takip eden yıllarda Yugoslavya Ordusu'nda görev aldı ve sonunda Jacques Lacan'ın psikonalitik teorisine dönük kuramsal odaklanmaları olan bir grup Slovenyalı bilgin ile yakınlaştı.

Žižek'in büyük bir sosyal kuramcı olarak uluslararası tanınması 1989'da İngilizce basılan ilk kitabı The Sublime Object of Ideology'ye kadar sürdü. Žižek'in en dünya çapında en çok tartışılan kitabı The Ticklish Subject (1999), onu açıkça dekonstrüksiyonizmcilerin,Heideggercilerin, Habermascıların, bilişsel işlemlerle uğraşan bilimadamlarının, feministlerin ve Žižek'in New Age "obskürantizmciler" olarak tanımladıklarının karşısına koyar.

Žižek'in çalışma ve düşünceleri belirlemedeki sorunlardan birisi onun kuramsal konumunu çok sık olarak kitapları arasında, hatta bazen aynı kitabın farklı sayfalarında değiştirmesidir (mesela, Lacan'ın yapısalcı mı yoksa post-yapısalcı mı olduğu konusunda). Bu nedenle onu eleştiren bazı kişiler, onu tutarsızlık ve entelektüel düzey eksikliği ile suçlamaktadır. Ne var ki Ian Parker herhangi bir "Žižekyen" felsefe sistemi bulunmadığını öne sürmektedir çünkü Žižek, bütün tutarsızlığıyla beraber, bize, bizim bir tek yazardan neyi almak ve onda neye inanmak istediğimiz konusunda daha derinlemesine düşünmemiz konusunda yardımcı olmaya çalışıyor.(Parker, 2004) Aslında, Žižek'in kendisi, bir felsefecinin tavrının, bizim kendi ideolojik ön kabullerimizi sorgulamak yerine bize dünyayı anlatan Büyük Öteki gibi davranmak olmaması gerektiğini tartışarak, Jacques Lacan'ın kendi kuramlarını sürekli yenilemesini savunmaktadır. Žižek için felsefeci, soruları yanıtlamaya çalışan birisinden daha çok, eleştiren birisidir.

En son olarak Žižek Abercrombie & Fitch için hazırlanan bir katalogda yer alan Bruce Weber'in fotoğraflarına eşlik edecek bir metin yazdı. Büyük bir entelektüelin reklam metni yazmasının uygun olup olmadığı sorulduğunda, Žižek Boston Globe'a şunları söyledi: "Eğer para kazanmak için bu tür işler yapmak veya tam zamanlı çalışan Amerikalı bir akademisyen olarak imtiyazlı bir yer kapmak için kıç öpmek zorunda kalmak arasında bir seçim yapmam istenseydi böyle yerlerde yazı yazmayı seçmekten zevk alırdım!"

Kendisine dönük ters ifadelerden utanmayan ateşli ve renkli bir öğretim üyesi olarak kabul edilmektedir. Üç bölümden oluşan 'The Pervert's Guide to Cinema' belgeseli İngiltere kanalı More4'da Temmuz 2006'da yayınlandı.

Düşünceleri

Žižek'in ideolojisi şahsına özgü bir materyalizmdir. Diyalektik materyalizm geleneği içinde kuram oluştururken, düşüncenin varolan sistemleri içerisindeki devamsızlıkları ve çelişkilerine vurgu yaparak, ontoloji ve epistemolojinin çağdaş kuramlarıyla bağlantılar kurar.Deleuze ve Alain Badiou gibi, Žižek hem bilincin materyalist temeline hem de düşüncenin 'özerklik ve yararlılığına' sahip çıkan bir kuram dile getirir.

Žižek'in son kitabı, The Parallax View, şimdiye kadarki en derin ontolojik yorumlama çalışmasıdır. Žižek ontolojinin farklı yüzlerinin idealist ve materyalist anlamlandırmalar açısından karşılaştırmalarını yapmaktadır. İdealizm ve materyalizm arasında bu anlamdaki karşılaştırmalardan biri, idealizmin 'her şey'i kuramsallaştırdığına dair iddia edilen yeteneği ile materyalizmin görünüşte 'her şey'in gerçekte 'her şey olmayan' olduğu şeklindeki anlamlandırmasının arasında Lacancı terimlerle ifade edilir.

Žižek’in idealizm ve materyalizm arasında karşılaştırma yapma tutkusu onun kendi çalışmasını paradoksal terimler içerecek şekilde tanımlamasına neden olur: “Materyalist Teoloji”. Teolojisi, materyalizmi gibi kendine özgüdür. Žižek, gerçekte gerçekliğin temelde açık olduğunu ve materyalist “minicik bir fark” olduğunu ileri sürer, ontolojik açıdan, bir indirgemeci fiziksel işlemi tanımlaması ile bir insanın varoluş deneyimi arasında gerçeklikte görünen fark insan hayatının gerçeği ve ontolojinin kuramsallaştırmaya çalışması gereken en önemli alandır. Tüm insancıl Hristiyan teolojisi ile denkleştirdiği bu alan radikal bir şüphe üstüne oturtulmuştur. Žižek, olumsuz ve sınırlandırıcı "düşünen şey" ifadesi ile farkı Freudçu ölüm içgüdüsü (tanatos) ile denkleştirir. Biyolojik psikoloji bir gün bir insanın beyninin tam bir modelini yapabilecek olsa da, hâlâ geride açıklanamayan bir şey kalmış olacak, ve bu şey doğrudan Freudçu ölüm içgüdüsü ile ilişkili olacak. Žižek'e göre bu rolü üstlenenin, zevk ilkesi değil de ölüm içgüdüsü olduğunu belirtmek önemli. Temsil edilemeyen bütünlük üzerinde kırılmalar ve kararlar öneren bilincin olumsuz yüzü vurgulanır. Žižek bilincin opak olduğu gerçeğine işaret eder. Bilincin temel özelliklerinden biri, bir şeyin gerçekten bilinçli mi yoksa sadece bir taklit mi olduğunu asla bilemeycek olmanızdır. Žižek Lacan'ı şunları belirterek eleştirir: "Ne yazık ki Lacan çok hızlı bir şekilde öz-bilinçlilik ile öz-saydamlığı özdeşleştirir, Alman İdealizmi'ndeki öz-bilinçlilik nosyonunun en önemli şartı insanın kendisine çok zor ulaştığı/hatta ulaşamadığıdır. Bu olumlu bir ontolojik şarttır."

Žižek'in metafiziği, önemli bir noktaya kadar anti-metafiziktir, çünkü 'her şey'i kuramsallaştırmanın saçma olduğuna inanmaktadır, çünkü daima kuramsallaştırılamayan bir şeyler kalacaktır. Bu Lacan'cı terimlerle 'sembolik' ve 'gerçek' arasındaki ilişkinin terimleri ile açıklanabilir. Žižek'e göre, bir insanı çeşitli yollarla gözlemleyebiliriz ancak bu yollar eş zamanlı varolmaz. Mesela, bir insanı ya kendi iradesi olan etik bir varlık olarak ya da güdülere dayanan biyolojik bir yaratık olarak görebiliriz ama ikisi birden değil. Bunlar 'gerçeğin' 'sembolik' tercümeleri, tanım ile tam olarak anlaşılamayacak 'her şey olmayan'ı anlamak için dili kullanma yollarıdır. Žižek'e göre, ne var ki 'gerçek' sizin ona nasıl bakmaya karar verdiğinize bağlı olmayan farklı yollarda analaşılan bir şey değildir (etik bir varlık olarak insan biyolojik bir varlık olarak insana karşı mücadele verir); 'gerçek' bunun yerine daha üstün bir noktadan başka bir noktaya hareket etmektir - The Parallax View'da belirtildiği gibi. Kendisinin sıklıkla eleştirdiği postmodern kuramcıların tersine, Žižek, kendi iç öznelliklerine işaret eden ölçülemez diskurlar boyunca doğrudan bir ontolojik kesinin bulunduğunu iddia ederek görecelik konusunu açıklamaktan kendini kurtarır. Bu 'gerçeğin' çeşitli 'sembolik' tercümeleri olmasına rağmen, hepsi göreceli olarak "doğru" değildir. 'Gerçek', çelişkilerin birbiri içinden geçmesi işleminde ortaya çıkar; veya gerçek "minik bir farktır", indirgemeci materyalizmin sonsuz kararları ile yaşanan deneyim arasındaki fark.

Bilinçdışı, bir dil gibi yapılandığı için ("comme une langue"), bu kendisini iki durumda tutkuya doğru yönlendirecektir: Birincisi, Lacan'ın XI.ci Seminer'inde tutkunun "hedefi" olarak adlandırılan tutku nesneleri ve bilinçdışı, veya tutkunun "amacı" olarak adlandırılan kendi içinde tutkunun mekanizması ve Lacan'ın kendisi tutkunun işleyişinde bunu daha önemli bir durum olarak düşünmüştü.

Kaynak: Viki
(En kısa sürede orijinal bir biyografi yazılacaktır.)

30 Haziran 2013 Pazar

Slavoj Zizek Gezi'yi yazdı: "Cennette Sıkıntı"

Türkiye için “Protestocular serbest-pazar köktenciliğiyle ve köktendinciliğin birbirini dışlamadığını sezmekteler” diyen düşünür Zizek, Yunanistan ile aramızdaki tarihsel düşmanlığı bir yana bırakıp dayarnışma zeminleri aramamız gerektiğini savunuyor. ‘Cennette Sıkıntı’ başlıklı makale şöyle:
Marx ilk dönem yazılarında Alman sorununu anlatırken özgül sorunlara yegane yanıtın evrensel bir çözüm, küresel bir devrim olduğunu açıklar. Bu reformist ve devrimci bir dönem arasındaki farkın özlü bir ifadesidir. Reformist bir dönemde, küresel devrim bir hayaldir. Sadece şeyleri yerelde değiştirme çabalarına güç verir; devrimci bir dönemdeyse, hiçbir şeyin radikal küresel değişim olmadan iyileşmeyeceği açık hale gelir. Bu tümüyle biçimsel anlamda 1990 devrimci bir yıldır: Komünist devletlerin kısmi reformlarının yetersiz olduğu ve insanlar için yeterli besinin sağlanması gibi gibi günlük sorunları çözmek için toptan bir kırılmanın gerekli olduğu ortaya çıkar.
'BELKİ DE BİZİM CENNET KAVRAMIMIZDA YANLIŞLIK VAR'

İki durum arasındaki farkla ilgili bugün kendimizi nerede konumlandırıyoruz? Son yıllardaki sorunlar ve protestolar yaklaşan küresel bir krizin işaretleri midir, yoksa yerel müdahaleler yoluyla aşılabilecek küçük engeller mi? Burada dikkat edilmesi gereken şey, sosyal patlamaların sadece ve öncelikle sistemin en zayıf noktalarında yer alıyor olması değil, başarı öyküleri olarak algılanan yerlerde de gerçekleşmesidir. Yunanistan ya da İspanya’da neden protestoların yapıldığını biliyoruz, ama Türkiye, İsveç ve Brezilya gibi zengin ya da hızla gelişmekte olan ülkelerde sorun nerede? 1979 İran devrimini “cennette sıkıntı”nın orijinal örneği olarak görebilirsiniz. İran, Batı yanlısı modernleşmede hızla yol alan bir ülke ve bölgede Batı'nın sadık müttefikiydi. Belki de bizim cennet kavramımızda yanlışlık var.

Protesto dalgasından önce Türkiye pek modaydı: Avrupa için ideolojik batağa ve ekonomik öz-yıkıma saplanmış Yunanistan’a nazaran canlı bir liberal ekonomi ile Avrupa’ya uygun makul İslamcılığı birleştirmiş bir devlet modeliydi. Tabii ki, Kürtlerin çözümlenmemiş statüsü; Osmanlı İmparatorluğu geleneğinin diriltilmesi anlamına gelen genişleme çağrıları; zaman zaman dini yasaların empoze edilmesi; gazetecilerin tutuklanması ve Ermeni soykırımının inkarı gibi orada burada uğursuz işaretler de vardı ancak bunlar büyük resmi bozmasına izin verilmeyen küçük lekeler olarak göz ardı edilmekteydi.

Sonra Taksim protestoları patlayıverdi. Konunun İstanbul’un orta yerinde meydana bakan parkın bir alışveriş merkezine dönüşmesini protesto etmekten ibaret olmadığının, çok daha derin bir huzursuzluğun güçlendiğinin herkes farkında. Aynı olgu Brezilya'da bu ay ortasında gerçekleşen protestolar için de geçerliydi: Olayı, kamu ulaşımındaki küçük bir zam tetiklemiş olabilir ama protestolar zamlı tarifeler geri çekildiği halde devam etti. En azından medyaya göre ekonomik bir patlama yaşayan ve geleceğinden gayet emin olan bir ülkeyi sarıverdi. Görünürde de bundan sevinç duyduğunu açıklayan cumhurbaşkanı Dilma Rousseff’in desteğini aldı.
'RESMİ KARMAŞIKLAŞTIRAN, PROTESTOCULARIN ANTİ-KAPİTALİST GÜDÜMÜDÜR'

Türkiye protestolarını sessiz bir Müslüman çoğunluk tarafından desteklenen otoriter bir İslamcı rejime karşı seküler bir sivil toplum hareketi olarak görmüyor olmamız çok önemlidir. Bu resmi karmaşıklaştıran, protestocuların anti-kapitalist güdümüdür: Protestocular serbest-pazar köktenciliğiyle ve köktendinciliğin birbirini dışlamadığını sezmekteler. Kamusal mekanın İslamcı bir hükümet tarafından özelleştirilmesi bu iki köktencilik biçiminin el ele çalışabildiğini gösteriyor: Bu, demokrasi ile kapitalizm arasındaki “ebedi” evliliğin boşanmaya doğru gittiğine dair açık bir işaret.

Protestocuların tanımlanabilir herhangi bir 'gerçek' hedef peşinde olmadıklarını kabul etmek de önemlidir. Protestolar, 'gerçekten’ küresel kapitalizme karşı, 'gerçekten’ köktendinciliğe karşı, 'gerçekten’ sivil özgürlükler ve 'gerçekten' demokrasi için değil. 'Gerçekten' sadece belirli bir konu uğruna değil. Protestolara katılanların çoğunluğu, çeşitli özel talepleri ayakta tutan ve birleştiren akışkan bir huzursuzluk ve hoşnutsuzluğun farkındalar. Bu protestoları anlamaya çalışmak sadece epistemolojik (bilgiye dair) değil, gazeteciler ve teorisyenler durumun hakiki içeriğini açıklamaya gayret ediyorlar; aynı zamanda da meselenin kendisi üzerine ontolojik (varlığa dair) bir mücadele ki bu da protestoların kendinde yer almakta. Bu yozlaşmış bir kent idaresine karşı bir mücadele midir? Kamusal mekanın özelleştirilmesine karşı bir mücadele midir? Otoriter İslamcılığa mı karşıdır? Bunlar cevabı bilinmeyen sorular ve nasıl yanıtlanacağı siyasi sürecin sonuçlarına bağlıdır.
2011’de Avrupa ve Orta Doğu’da protestolar patlak verdiğinde, birçokları bunları tek bir küresel hareketin parçası olarak görmemek gerektiği konusunda ısrarcıydı. Her birinin kendine özgü bir duruma tepki olduğu söyleniyordu. Mısır’da göstericiler diğer ülkelerde Occupy hareketine katılanların karşı çıktığı şeyleri, ‘özgürlük’ve ‘demokrasi’yi istiyordu. Hatta Müslüman ülkelerde bile çok önemli farklılıklar vardı: Mısır’daki Arap Baharı yozlaşmış otoriter Batı yanlısı bir rejime karşıydı, İran’da 2009’da başlayan Yeşil Hareket otoriter İslamcılığa karşıydı. Protestoların bu şekilde ayrıntılarına inmenin statüko savunucularının işine geldiğini görmek kolay: Ortada küresel düzene karşı bir tehdit bulunmamakta, sadece birbirinden ayrı bir dizi yerel problem yaşanmaktadır.

'PROTESTOLARIN HİÇBİRİ TEK BİR KONUYA İNDİRGENEMEZ'

Küresel kapitalizm farklı ülkeleri farklı şekillerde etkileyen karmaşık bir süreçtir. Tüm çeşitliliklerine rağmen tüm protestoları birleştiren kapitalist küreselleşmenin farklı yönlerine karşı tepkileridir. Günümüz küresel kapitalizminin genel eğilimi, pazarı daha da genişletmek, kamusal mekanı çevreleyip kapatmaya yeltenmek, sağlık, eğitim, kültür gibi kamu hizmetlerinden kısmak ve giderek otoriterleşen bir siyasal iktidar sürdürmektir. Yunanlıların uluslararası finansal kapital ve temel sosyal hizmetleri sağlayamayan kendi bozuk ve verimsiz devlet yönetimine karşı protestoları bu nedendendir. Türkiyelilerin kamusal mekanın ticarileştirilmesini ve otoriter dinciliği protesto ediyor olmaları da bu bağlamda anlaşılmalıdır; Mısırlıların Batılı güçler tarafından desteklenen bir rejimi; İranlıların çürümüşlüğü ve köktendinciliği protesto etmeleri bundandır. Tüm bu protestoların hiçbiri tek bir konuya indirgenemez. Tümü, en azından iki sorunun belirli bir kombinasyonuyla uğraşıyor. Biri çürümüşlükten kapitalizmin verimsizliğine kadar ekonomik, ötekisi ise demokrasi taleplerinden konvansiyonel çok partili demokrasinin alaşağı edilmesine kadar politiko-ideolojik. Aynı durum Occupy hareketi için de geçerlidir. Hareketin, çok sesli ve çoklukla kafası karışık bildirilerinin ardında iki temel özelliği vardı. Birincisi sadece kendine özgü yerel yolsuzluklarla değil ile düzen olarak kapitalizm ile ilgili hoşnutsuzluk, diğeri ise çok partili temsili demokrasinin kurumsallaşmış biçimiyle kapitalist aşırılık ile mücadele için donanımlı olmadığı ve yeniden icat edilmesi gerektiğidir.

Protestoların altında yatan nedenin küresel kapitalizm oluşu, tek cevabın bunu devirmekten geçtiği anlamına gelmiyor. Kişisel sorunlarla uğraşmak ve radikal bir dönüşümü beklemek anlamına gelen pragmatik bir alternatifin peşinden gitmek de pek geçerli olmaz. Bu seçenekler küresel kapitalizmin muhakkak tutarsız olması gerektiği gerçeğini göz ardı ediyor: Piyasa serbestliği Amerika’nın kendi çiftçilerine verdiği destekle, demokrasi hakkında vaaz ermek Suudi Arabistan’a destek vermekle bir arada duruyor. Bu tutarsızlık siyasi bir müdahale alanı açmakta: küresel kapitalist düzen kendi kurallarını çiğnemeye zorlandığı noktada, kurallara sadık kalmasını ısrar etme fırsatı doğuyor. Düzenin tutarlı olmaya gücü yetmediği, stratejik olarak seçilmiş durumlarda tutarlılık talep etmek, bütün düzene baskı oluşturmak anlamına gelir. Politika sanatı da, gerçekçi olup baskın ideolojiyi hedef almaktan ve kökten değişime işaret etmekten geçer. Bu talepler, yapılabilir ve meşru olsa da fiilen mümkün değildir. Obama’nın sağlık reformu önerisi de benzer bir vaka olduğu için, verilen tepkiler çok sert olmuştu.
'SORUN, ÇOK DAHA FAZLASININ NASIL TARİF EDİLECEĞİDİR'

Siyasi bir hareket bir fikirle, uğrunda çaba harcanacak bir şeyle başlar, ama zaman içinde ön fikir derin bir dönüşüme uğrar. Bu sadece taktiksel uyarlama değil temel bir yeniden tanımlanmadır çünkü fikrin kendisi sürecin parçası haline gelerek süreç tarafından belirlenir. Bir başkaldırı bir yasanın iptali için talebiyle, bir adalet çağrısıyla başlayabilir. İnsanlar konuyla daha derinden meşgul olmaya başladıklarında hakiki adalet için ilk taleplerinden çok daha fazlasının gerekli olacağının farkına varırlar. Sorun tam da, 'çok daha fazlasının’ nasıl tarif edilebileceğidir. Liberal-pragmatik bakış sorunların birer birer, yavaş yavaş bir çözülebileceğini ifade eder: 'İnsanlar Ruanda'da ölürken, anti-emperyalist mücadeleyi bir kenara bırakın ve katliamı engelleyin'; veya ‘küresel kapitalist düzenin 'çöküşünü beklemek yerine hemen burada ve şimdi, yoksulluk ve ırkçılık mücadele etmek zorundayız’. Tanrının Ölümünden Sonra’da John Caputo (2007) bunu savunur.

Amerika’daki sol görüşlü siyasetçiler genel sağlık sigortasını temin ederek mevcut düzeni ıslah etseler, Vergi İdaresi yasasını yeniden gözden geçirip adil gelir dağılımını etkin bir şekilde sağlasalar, seçim kampanyalarına finansal düzenlemeler getirseler, tüm seçmenlere politik haklarını tanıtsalar, göçmen işçilere insanca davransalar ve Amerikan’nın nüfuzunu uluslararası topluluklarla bütünleştirerek çok taraflı bir dış politika yürütselerdi, vs., yani kapitalizme ciddi ve geniş kapsamlı şekilde müdahale edebilselerdi çok memnun olurdum. Bütün bunları yaptıktan sonra, Badiou and Zizek hala Kapitalizm denen Canavar’ın bizi taciz ettiği hakkında şikayet ederse, ben o Canavar’ın yüzüne esnerdim.

Buradaki sorun Caputo’nun vardığı sonuç değil: tüm bu konuları kapitalizmin içinde çözebilsek neden kapitalizme kalmayalım ki? Sorun, mevcut haliyle küresel kapitalizmin içinde tüm bunları elde etmenin mümkün olduğu öncülü. Ya kapitalizmin Caputo tarafından listelenen aksaklıkları koşullara bağlı tedirginlikler değil de yapısal ihtiyaçlar ise? Ya Caputo’nun rüyası evrensel kapitalist düzenin, ‘bastırılmış hakikat’ın kendini belirginleştirdiği kritik anlardan ari, belirtiler göstermeyen bir rüya ise?
Günümüz protestoları ve isyanları, birbiriyle örtüşen istekler tarafından sürdürülebilemektedir ve bu, güçlerinin nereden geldiğini gösterir: otoriter rejimlere karşı (‘normal’, parlamenter) demokrasi için savaşırlar; özellikle de mülteci ve göçmenlere karşı ırkçılık ve cinsel ayrımcılık; siyasette ve iş dünyasında (çevrenin endüstri tarafından kirletilmesi vs.); neoliberalizme karşı sosyal devlet; ve çoklu parti ritüellerinin ötesine geçen demokrasi biçimleri mücadale ettikleri alanlar arasındadır. Aynı zamanda küresel kapitalist düzeni olduğu gibi sorgular ve kapitalizmin ötesinde bir topluluk fikrini yaşatmayı denerler. Burada iki tane tuzaktan kaçınmak gerekir: Sahte radikalizm (‘önemli olan liberal-parlamenter kapitalizmin kaldırılmasıdır, bütün diğer kavgalar ikincildir’) ve sahte yavaş değişim (‘şu anda asker diktatörlüğüne karşı, temel demokrasi için savaşmalıyız, bütün sosyalizm rüyaları şimdilik bir kenara konmalı’). Burada, birincil ve ikincil antagonizmalar arasındaki sonunda en değerli olanla onlara şimdilik egemen olanı ayıran Maoist farklılığı hatırlamakta bir sakınca yok. Ana antagonizmada ısrar etmenin mücadeledeki önemli bir darbe fırsatını kaçırmak demek olduğu durumlar olabilir.

'SOSYAL VE EKONOMİK HAYAT DA DEMOKRATİKLEŞMEK ZORUNDADIR'

Sadece aşırı belirlenmenin (overdetermination) karmaşıklığını adamakıllı dikkate alan bir siyasete strateji denebilir. Özgül bir mücadeleye dahil olduğumuz vakit kilit soru şudur: buna dahil olmamız ya da bundan geri çekilmemiz diğer mücadeleleri nasıl etkileyecek? Genel kural olarak, yarı demokratik, baskıcı bir rejime karşı isyan başladığında -2011’de Orta Doğu’da olduğu gibi- geniş kitleleri demokrasi için, yozlaşmaya karşı,vb. sloganlarla harekete geçirmek mümkündür. Bu başkaldırı başta koyduğu hedefine ulaştığında, bizi gerçekten rahatsız eden şeyin (yitirilen özgürlüklerimiz, küçük düşürülmemiz, yozlaşma, zayıflayan gelecek beklentileri) yeni bir biçimde devam ettiğini fark ederiz; böylelikle hedefteki eksikliği kabul etmek zorunda kalırız. Bu, demokrasinin kendisinin özgürlüğe karşı bir yapı olduğunu veya sadece politik demokrasiden daha fazlasını talep etmemiz gerektiği anlamına gelebilir: sosyal ve ekonomik hayat da demokratikleşmek zorundadır. Kısacası, başlarda demokratik özgürlük diye tanımlanan yüce ilkenin uygulanmasında olduğunu farz ettiğimiz sorun, aslında bu ilkenin özündeki başarısızlıktır. Uğruna savaştığımız ilkenin özündeki başarısızlığı fark etmemiz ise siyasi eğitim için önemli bir adıma işaret ediyor.

Egemen ideolojinin temsilcileri bu radikal sonuca varmamamız için bütün cephanelerini kullanırlar. Demokratik özgürlüğün bize farklı sorumluluklar getirdiğini, bir bedeli olduğunu, ve demokrasiden yüksek beklentilerin toyluk olduğunu söylerler. Özgür bir toplumda, söylediklerine göre, kapitalist bir şekilde davranarak kendi hayatımıza yatırım yapmalıyız: eğer gerekli fedakarlıkları yapmazsak ya da herhangi bir şekilde bir eksikliğimiz olursa, kendimiz dışında kimseyi suçlayamayız. Siyasi olarak daha direk bir şekilde ifade etmek gerekirse, ABD’nin popüler isyanları yeniden kanalize ederek kabul edilebilir parlamenter-kapitalist biçimlere dönüştürerek dışişleri politikasında istikrarlı bir şekilde hasar kontrolü stratejisini uygulamaktadır: Güney Afrika’da apartheidden sonra, Marcos devrildikten sonra Filipinler’de, Suharto’dan sonra Endonezya’da vb. Burası tam anlamıyla politikanın başladığı yerdir: asıl soru, değişimin ilk, heyecan verici dalgası bittiğinde nasıl itilebileceği, ‘totaliter’ cazibeye kapılmadan bir sonraki adımın nasıl atılabileceği, Mandela’nın ötesine geçip Mugabe olmadan nasıl hareket edilebileceğidir.

Bu somut bir durumda ne anlama gelir? İki komşu ülkeyi, Yunanistan ve Türkiye karşılaştıralım. İlk bakışta, tamamen farklı görünmekteler: Yunanistan çok yıpratıcı bir kemer sıkma yıkıcı siyaset içinde sıkışmış haldeyken Türkiye yeni bir bölgesel süper güç olarak ortaya çıkmaktadır. Ancak ya her Türkiye her kendi Yunanistan’ı üretir ve içerirse, yani kendi sefalet adalarını içerirse? Brecht’in Hollywood'un Ağıtlarında yazdığı gibi,

Hollywood'un köyü buradaki insanların cennet anlayışına 
göre planlandı. Buralardakiler 
Tanrının bir cennet ve bir cehennem isterken, 
iki mekan tesis etmelerine lüzum olmadığına 
ve sadece bir tanesinin yettiğine karar kıldılar, o da cennetti, 
müreffeh ve başarılı olmayanlar için 
cehennem olan. 


Brecht’in şiiri günümüzün “küresel köyü”nü iyi ifade ediyor. Katar ya da Dubai’nin zenginlerin oyun alanı olması göçmen işçilerin neredeyse kölelik koşullarında çalışmalarından geçer. Yunanistan ve Türkiye’ye daha yakından bakarsak, özelleştirme, kamusal mekanın çevrilmesi, soysal hizmetlerin kısılması ve otoriter siyasetin yükselmesi benzeşir. Yunan ve Türkiye’li protestocular temel bir noktada aynı mücadele içindedirler. Doğru istikamet bu iki mücadeleyi koordine etmek, 'vatansever' hislerle ayartılmayı baştan reddetmek ve her iki ülkenin tarihsel düşmanlığını geride bırakarak dayanışma zeminleri aramalarıdır. Protestoların geleceği buna bağlı olabilir.
Kaynak: Radikal

29 Haziran 2013 Cumartesi

Trouble In Paradise

In his early writings, Marx described the German situation as one in which the only answer to particular problems was the universal solution: global revolution. This is a succinct expression of the difference between a reformist and a revolutionary period: in a reformist period, global revolution remains a dream which, if it does anything, merely lends weight to attempts to change things locally; in a revolutionary period, it becomes clear that nothing will improve without radical global change. In this purely formal sense, 1990 was a revolutionary year: it was plain that partial reforms of the Communist states would not do the job and that a total break was needed to resolve even such everyday problems as making sure there was enough for people to eat.
Where do we stand today with respect to this difference? Are the problems and protests of the last few years signs of an approaching global crisis, or are they just minor obstacles that can be dealt with by means of local interventions? The most remarkable thing about the eruptions is that they are taking place not only, or even primarily, at the weak points in the system, but in places which were until now perceived as success stories. We know why people are protesting in Greece or Spain; but why is there trouble in such prosperous or fast-developing countries as Turkey, Sweden or Brazil? With hindsight, we might see the Khomeini revolution of 1979 as the original ‘trouble in paradise’, given that it happened in a country that was on the fast-track of pro-Western modernisation, and the West’s staunchest ally in the region. Maybe there’s something wrong with our notion of paradise.
Before the current wave of protests, Turkey was the very model of a state able to combine a thriving liberal economy with moderate Islamism, fit for Europe, a welcome contrast to the more ‘European’ Greece, caught in an ideological quagmire and bent on economic self-destruction. True, there were ominous signs here and there (Turkey’s denial of the Armenian holocaust; the arrests of journalists; the unresolved status of the Kurds; calls for a greater Turkey which would resuscitate the tradition of the Ottoman Empire; the occasional imposition of religious laws), but these were dismissed as small stains that should not be allowed to taint the overall picture.
Then the Taksim Square protests exploded. Everyone knows that the planned transformation of a park that borders on Taksim Square in central Istanbul into a shopping centre was not what the protests were ‘really about’, and that a much deeper unease was gaining strength. The same was true of the protests in Brazil in mid-June: what triggered those was a small rise in the cost of public transport, but they went on even after the measure was revoked. Here too the protests had exploded in a country which – according to the media, at least – was enjoying an economic boom and had every reason to feel confident about the future. In this case the protests were apparently supported by the president, Dilma Rousseff, who declared herself delighted by them.
It is crucial that we don’t see the Turkish protests merely as a secular civil society rising up against an authoritarian Islamist regime supported by a silent Muslim majority. What complicates the picture is the protests’ anti-capitalist thrust: protesters intuitively sense that free-market fundamentalism and fundamentalist Islam are not mutually exclusive. The privatisation of public space by an Islamist government shows that the two forms of fundamentalism can work hand in hand: it’s a clear sign that the ‘eternal’ marriage between democracy and capitalism is nearing divorce.
It is also important to recognise that the protesters aren’t pursuing any identifiable ‘real’ goal. The protests are not ‘really’ against global capitalism, ‘really’ against religious fundamentalism, ‘really’ for civil freedoms and democracy, or ‘really’ about any one thing in particular. What the majority of those who have participated in the protests are aware of is a fluid feeling of unease and discontent that sustains and unites various specific demands. The struggle to understand the protests is not just an epistemological one, with journalists and theorists trying to explain their true content; it is also an ontological struggle over the thing itself, which is taking place within the protests themselves. Is this just a struggle against corrupt city administration? Is it a struggle against authoritarian Islamist rule? Is it a struggle against the privatisation of public space? The question is open, and how it is answered will depend on the result of an ongoing political process.
In 2011, when protests were erupting across Europe and the Middle East, many insisted that they shouldn’t be treated as instances of a single global movement. Instead, they argued, each was a response to a specific situation. In Egypt, the protesters wanted what in other countries the Occupy movement was protesting against: ‘freedom’ and ‘democracy’. Even among Muslim countries, there were crucial differences: the Arab Spring in Egypt was a protest against a corrupt authoritarian pro-Western regime; the Green Revolution in Iran that began in 2009 was against authoritarian Islamism. It is easy to see how such a particularisation of protest appeals to defenders of the status quo: there is no threat against the global order as such, just a series of separate local problems.
Global capitalism is a complex process which affects different countries in different ways. What unites the protests, for all their multifariousness, is that they are all reactions against different facets of capitalist globalisation. The general tendency of today’s global capitalism is towards further expansion of the market, creeping enclosure of public space, reduction of public services (healthcare, education, culture), and increasingly authoritarian political power. It is in this context that Greeks are protesting against the rule of international financial capital and their own corrupt and inefficient state, which is less and less able to provide basic social services. It is in this context too that Turks are protesting against the commercialisation of public space and against religious authoritarianism; that Egyptians are protesting against a regime supported by the Western powers; that Iranians are protesting against corruption and religious fundamentalism, and so on. None of these protests can be reduced to a single issue. They all deal with a specific combination of at least two issues, one economic (from corruption to inefficiency to capitalism itself), the other politico-ideological (from the demand for democracy to the demand that conventional multi-party democracy be overthrown). The same holds for the Occupy movement. Beneath the profusion of (often confused) statements, the movement had two basic features: first, discontent with capitalism as a system, not just with its particular local corruptions; second, an awareness that the institutionalised form of representative multi-party democracy is not equipped to fight capitalist excess, i.e. democracy has to be reinvented.
Just because the underlying cause of the protests is global capitalism, that doesn’t mean the only solution is directly to overthrow it. Nor is it viable to pursue the pragmatic alternative, which is to deal with individual problems and wait for a radical transformation. That ignores the fact that global capitalism is necessarily inconsistent: market freedom goes hand in hand with US support for its own farmers; preaching democracy goes hand in hand with supporting Saudi Arabia. This inconsistency opens up a space for political intervention: wherever the global capitalist system is forced to violate its own rules, there is an opportunity to insist that it follow those rules. To demand consistency at strategically selected points where the system cannot afford to be consistent is to put pressure on the entire system. The art of politics lies in making particular demands which, while thoroughly realistic, strike at the core of hegemonic ideology and imply much more radical change. Such demands, while feasible and legitimate, are de facto impossible. Obama’s proposal for universal healthcare was such a case, which is why reactions to it were so violent.
A political movement begins with an idea, something to strive for, but in time the idea undergoes a profound transformation – not just a tactical accommodation, but an essential redefinition – because the idea itself becomes part of the process: it becomes overdetermined. Say a revolt starts with a demand for justice, perhaps in the form of a call for a particular law to be repealed. Once people get deeply engaged in it, they become aware that much more than meeting their initial demand would be needed to bring about true justice. The problem is to define what, precisely, the ‘much more’ consists in. The liberal-pragmatic view is that problems can be solved gradually, one by one: ‘People are dying now in Rwanda, so forget about anti-imperialist struggle, let’s just prevent the slaughter’; or ‘We have to fight poverty and racism here and now, not wait for the collapse of the global capitalist order.’ John Caputo argued along these lines in After the Death of God (2007):
I would be perfectly happy if the far-left politicians in the United States were able to reform the system by providing universal healthcare, effectively redistributing wealth more equitably with a revised IRS code, effectively restricting campaign financing, enfranchising all voters, treating migrant workers humanely, and effecting a multilateral foreign policy that would integrate American power within the international community etc, i.e. intervene upon capitalism by means of serious and far-reaching reforms … If after doing all that Badiou and Žižek complained that some Monster called Capitalism still stalks us, I would be inclined to greet that Monster with a yawn.
The problem here is not Caputo’s conclusion: if one could achieve all that within capitalism, why not stay there? The problem is the underlying premise that it’s possible to achieve all that within global capitalism in its present form. What if the malfunctionings of capitalism listed by Caputo aren’t merely contingent perturbations but structural necessities? What if Caputo’s dream is a dream of a universal capitalist order without its symptoms, without the critical points at which its ‘repressed truth’ shows itself?
*
Today’s protests and revolts are sustained by the combination of overlapping demands, and this accounts for their strength: they fight for ‘normal’, parliamentary democracy against authoritarian regimes; against racism and sexism, especially when directed at immigrants and refugees; against corruption in politics and business (industrial pollution of the environment etc); for the welfare state against neoliberalism; and for new forms of democracy that reach beyond multi-party rituals. They also question the global capitalist system as such and try to keep alive the idea of a society beyond capitalism. Two traps are to be avoided here: false radicalism (‘what really matters is the abolition of liberal-parliamentary capitalism, all other fights are secondary’), but also false gradualism (‘right now we should fight against military dictatorship and for basic democracy, all dreams of socialism should be put aside for now’). Here there is no shame in recalling the Maoist distinction between principal and secondary antagonisms, between those that matter most in the end and those that dominate now. There are situations in which to insist on the principal antagonism means to miss the opportunity to strike a significant blow in the struggle.
Only a politics that fully takes into account the complexity of overdetermination deserves to be called a strategy. When we join a specific struggle, the key question is: how will our engagement in it or disengagement from it affect other struggles? The general rule is that when a revolt against an oppressive half-democratic regime begins, as with the Middle East in 2011, it is easy to mobilise large crowds with slogans – for democracy, against corruption etc. But we are soon faced with more difficult choices. When the revolt succeeds in its initial goal, we come to realise that what is really bothering us (our lack of freedom, our humiliation, corruption, poor prospects) persists in a new guise, so that we are forced to recognise that there was a flaw in the goal itself. This may mean coming to see that democracy can itself be a form of un-freedom, or that we must demand more than merely political democracy: social and economic life must be democratised too. In short, what we first took as a failure fully to apply a noble principle (democratic freedom) is in fact a failure inherent in the principle itself. This realisation – that failure may be inherent in the principle we’re fighting for – is a big step in a political education.
Representatives of the ruling ideology roll out their entire arsenal to prevent us from reaching this radical conclusion. They tell us that democratic freedom brings its own responsibilities, that it comes at a price, that it is immature to expect too much from democracy. In a free society, they say, we must behave as capitalists investing in our own lives: if we fail to make the necessary sacrifices, or if we come up short in any way, we have no one to blame but ourselves. In a more directly political sense, the US has consistently pursued a strategy of damage control in its foreign policy by re-channelling popular uprisings into acceptable parliamentary-capitalist forms: in South Africa after apartheid, in the Philippines after the fall of Marcos, in Indonesia after Suharto etc. This is where politics proper begins: the question is how to push further once the first, exciting wave of change is over, how to take the next step without succumbing to the ‘totalitarian’ temptation, how to move beyond Mandela without becoming Mugabe.
What would this mean in a concrete case? Let’s compare two neighbouring countries, Greece and Turkey. At first glance, they may seem to be entirely different: Greece is trapped in the ruinous politics of austerity, while Turkey is enjoying an economic boom and emerging as a new regional superpower. But what if each Turkey generates and contains its own Greece, its own islands of misery? As Brecht put it in ‘Hollywood Elegies’:
The village of Hollywood was planned according to the notion
People in these parts have of heaven. In these parts
They have come to the conclusion that God
Requiring a heaven and a hell, didn’t need to
Plan two establishments but
Just the one: heaven. It
Serves the unprosperous, unsuccessful
As hell.
This describes today’s ‘global village’ rather well: just apply it to Qatar or Dubai, playgrounds of the rich that are dependent on conditions of near slavery for immigrant workers. A closer look reveals underlying similarities between Turkey and Greece: privatisation, the enclosure of public space, the dismantling of social services, the rise of authoritarian politics. At an elementary level, Greek and Turkish protesters are engaged in the same struggle. The true path would be to co-ordinate the two struggles, to reject ‘patriotic’ temptations, to leave behind the two countries’ historical enmity and to seek grounds for solidarity. The future of the protests may depend on it.

21 Ocak 2013 Pazartesi

Batı'nın Krizi Finansal Olmaktan Öte Bir Demokrasi Krizi

Düşüşünden önceki son röportajlarından birinde Batılı bir gazeteci Nikolay Çavuşesku’ya seyahat özgürlüğünün anayasa tarafından garanti altına alınmış olmasına rağmen Romanya vatandaşlarının nasıl özgür bir şekilde seyahat edemediğini sormuştu. Çavuşesku’nun cevabı Stalinist bilgiçliğin en iyi geleneklerinden geliyordu: Doğrudur, anayasa seyahat özgürlüğünü garanti altına alır, fakat aynı zamanda güvenli ve müreffeh bir ev hakkını da garanti altına alır. Dolayısıyla bizde de burada potansiyel bir haklar çatışması var: Eğer Roman vatandaşlarının ülkeyi terk etme hakları olsaydı, anayurtlarının refahı tehdit altında olacaktı. Bu çatışmada, bir seçim yapmak gerekiyor ve müreffeh olma hakkında, güvenli anayurt hakkında açık bir öncelik söz konusu…
Görünen o ki bu aynı ruh bugünün Slovenyası’nda hala canlı ve güçlü. Geçen ay anayasa mahkemesi "kötü bir banka" ve egemen bir holding kurmak için yasa referandumu yapılmasının anayasaya aykırı olacağı kararı verdi - konu hakkındaki halkoylamasını yasakladı. Referandum, hükümetin zorlu neoliberal ekonomik politikalarıyla mücadele eden ve teklifi zorunlu hale getirmek için yeterli imzaya sahip olan sendikalar tarafından önerilmişti.
“Kötü bir banka” fikri, bankaları sonrasında devlet parasından (örneğin vergi verenlerin harcamalarından) kurtaran ana bankalardan bütün kredinin transfer edileceği bir yer/alandı; yani ilk alanda bu kötü kredi için sorumlu olanların ciddi taleplerinin önleneceği bir yerdi. Bu önlem, aylarca tartışıldı ve genel olarak kabul görmekten –finans uzmanlarının bile kabulünden- uzaktı. Öyleyse referandum niye yasaklandı? 2011’de, Yunanistan’da George Papandreou’nun hükümeti kemer sıkma önlemleri için bir referandum önerdiğinde, Brüksel’de bir panik oluştur, fakat burada kimsenin doğrudan referandumu yasaklama cesareti yoktu.
Slovenya anayasa mahkemesine göre, referandum “yasal olmayan sonuçlara sebebiyet verebilirdi”. Nasıl? Mahkeme referandum hakkını yasal olarak kabul etti, fakat bunun yürütülmesinin ekonomik bir krizde ayrıcalık tanınan diğer yasal değerleri tehlikeye atacağını öne sürdü: özellikle ekonomik büyüme için koşulların yaratılmasında devlet aygıtının etkin bir şekilde işlemesini, özellikle sosyal güvenlik ve serbest ekonomik teşebbüs için insan haklarının gerçekleştirilmesini tehlikeye atacağını.
Kısaca, referandumun sonuçlarının değerlendirilmesinde, mahkeme basit bir şekilde uluslararası finansal kurumların (ya da beklentilerinin) zorlamalarına uymakta yaşanacak olan bir başarısızlığın siyasal ve ekonomik bir krize sebep olabileceğini, bu yüzden de referandumun yasadışı olduğunu kabul etti. Açık konuşmak gerekirse: Bu zorlamalar ve beklentilerin anayasal düzenin sürdürülmesinin koşulu olmasından bu yana, sermaye sahipleri yasanın (ve eo ipso devlet egemenliğinin) üstünde bir ayrıcalığa sahip. Slovenya küçük bir ülke olabilir, fakat bu karar demokrasinin sınırlandırılmasına doğru bir küresel eğilimin semptomudur. Bugünkü gibi karmaşık bir ekonomik durum fikrinde, halkın çoğunluğu karar vermek için yeterli bir niteliğe sahip değil – taleplerinin yerine getirilmesinde ortaya çıkacak olan felaketin sonuçlarından bihaberler. Tartışmanın bu hattı yeni değil. Bundan birkaç yıl önce bir televizyon konuşmasında sosyolog Ralf Dahrendorf, demokrasi için artan güvensizliği her devrimci değişiklikten sonra yeni bir refaha giden yoldaki "gözyaşı vadisi"yle bağlantılandırır. Sosyalizmin yıkılmasından sonra, kimse başarılı piyasa ekonomisinin bolluğuna doğrudan geçiş yapamaz: sınırlı, fakat gerçek, sosyalist zenginlik ve güvenlik tasfiye edilmelidir ve bu ilk adımlar gerekli ve acılıdır. Aynısı ikinci dünya savaşı sonrası refah devletlerinden acı dolu vazgeçişlerin, daha az güvenliğin, daha az sosyal güvenliğin olduğu yeni küresel ekonomiye kadar Batı Avrupa için de geçerli. Dahrendorf için sorun bu acı dolu geçiş, ortalama seçim sürecinin “gözyaşı vadisi” ile sarmalanmış durumdadır, dolayısıyla kısa vadeli seçim kazanımları zor bir şekilde değişmektedir.
Dahrendorf’a göre buradaki paradigma post-komünist ulusların yeni demokratik düzenin sonuçlarının geniş katmanının hayal kırıklığıdır: 1989’un zafer günlerinde, demokrasi, batılı tüketici toplumların bolluğu ile eş tutulmuştur. Ve 20 yıl sonra, hâlâ eksik olan bollukla birlikte şimdi demokrasinin kendisi suçlanmaktadır.
Maalesef, Dahrendorf günaha karşı daha az odaklanmaktadır: eğer çoğunluk ekonomideki gerekli yapısal değişikliklere karşı duruyorsa, mantıksal sonuçlar böyle olmayacaktır. Peki, böylesi bir durumda demokrasi yerinde durabilir mi?
Bu satırlar boyunca, gazeteci Fareed Zakaria demokrasinin ekonomik olarak gelişmiş ülkelerde nasıl sadece “kavranabileceğine” işaret etmiştir. Eğer gelişmiş ülkeler “zamanından önce demokratikleşmişse”, sonuç, ekonomik felaketin ve siyasal despotizmin bittiği bir popülizmdir – hiç şüphe yok ki bugünün ekonomik olarak oldukça başarılı olan üçüncü dünya ülkeleri (Tayvan, Güney Kore, Şili) otoriter bir rejim dönemi sonrasında demokrasiyi kucaklamıştır. Ve dahası, bu düşünce çizgisi Çin’deki otoriter rejimi açıklayan en iyi argüman olmuyor mu?
Bugün yeni olan şey, 2008’de başlayan finansal kriz ile birlikte, demokrasiye karşı bu aynı güvensizliğin (üçüncü dünyanın kısıtlarının ya da post-komünist gelişmiş ülkelerin) gelişmiş batı içinde alan kazanmasıdır: bundan on yirmi yıl önce ötekilere (üçüncü dünyaya) yönelik destek şimdi bizi ilgilendirmektedir.
En azından krizin halka değil ama ne yaptıklarını bilmeyen uzmanların kendilerine delil sunduğunu söyleyebiliriz. Batı Avrupa’da etkin bir biçimde yönetici elitin büyüyen yetersizliğine tanık oluyoruz – yöneticiler nasıl yöneteceklerini daha az biliyorlar. Avrupa’nın Yunan kriziyle nasıl anlaşmaya vardığına bakın: Yunanistan’a borçlarını ödemesi için baskı yapıldı, fakat aynı zamanda dayatılan kemer sıkma önlemleri yoluyla ekonomi mahvedildi ve böylece Yunanistan’ın borcunu asla ödemeyeceğinden emin olunmuş oldu.
Geçtiğimiz yılın Ekim ayının sonunda, IMF agresif kemer sıkma önlemlerinin daha önceki varsayılanlardan üç kat daha büyük ekonomik zarara yol açtığını gösteren bir araştırma raporu yayınladı, böylece avro bölgesi krizinde kemer sıkmanın sıfırlanması tavsiye edildi. Şimdi ise IMF, Yunanistan'ın ve diğer borç yükü ağır ülkelerin hızla kendi açıklarını azaltması için zorlamanın ters etki yaptığını, ancak yüzbinlerce iş kaybının yanlış hesaplamalar sonucu gerçekleştiğini itiraf etti.
Ve tüm Avrupa’da ”irrasyonel” halk protestolarının doğru mesajı yankılanıyor: protestocular neyi bilmediklerini çok iyi biliyorlar; çok hızlı ve basit cevapları varmış gibi davranmıyorlar; fakat protestocuların doğası onlara yine de doğru konuşuyor – iktidardakiler bunu bilmiyorlar. Avrupa’da bugün, körler ve sağırlar birbirini ağırlıyor.
Çeviren: Can Semercioğlu @cansemercioglu

Paylaş

Twitter Delicious Facebook Digg Stumbleupon Favorites More